Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU

İnsanlık, ıslah olmaz kibriyle toprağı arşınlasa da koca âlemde zerrecik dahi olmayan küstah ve açgözlü benliklerin yol açtığı küresel sorunlarla boğuşuyor. 2021’e de 2020’den kalma sorunların gölgesinde girdik. 2019’dan devralınan sorunlar 2020’de daha da kemikleşerek 2021’e devretti. Âdet olmuş her yeni yıla güzel dileklerle girmek, ancak hayatın uçucu zevklerine müptela olma hâli sürerse insanlığın huzur ve refahı adına 2022’de ve sonrasında da pek bir şey değişmeyecek. İklimler tersyüz olurken su kaynakları kuruyor, şehirler denetimsiz bir biçimde büyürken yeni ölümcül hastalıklar zuhur ediyor, çevre kirlenirken besin kıtlığı ve kirlenmesi yaşanıyor. İnsan varlığını tehdit eden tehlikeler listesi her gün biraz daha kabarırken küresel ekonomi ve siyasetin mevcut güç tekelleri teknolojik hâkimiyeti de ele geçirip insanın hareket, özgürlük ve mahremiyet alanlarını gece gündüz röntgenlemenin planlarını kuruyor. Bu sinsiliğe dur diyecek, “İnsanın kendine ettiğini bir köy toplansa edemezmiş.” sözünü doğrularcasına kendi felâketine koşar adım giden bir insanlık tablosunu tersyüz edecek, insana, tabiata ve kâinata hak ettiği değeri verecek yeni bir anlayışın inşası şarttır.  

Korona Virüs ve Gevşek Soğuk Savaş

2021 yılında ve belki daha birkaç yıl Korona salgınından etkilenmeye devam edeceğiz, henüz adı sanı bilinmeyen daha başka salgınların bizi bekleyip beklemediğinden emin değiliz. Salgın sadece ekonomileri değil, sosyal ilişkileri ve yapıları da kıtır kıtır kemiriyor. Ölümü ilk kez bu kadar çok konuşur ve duyar olduk, aile ve akraba ilişkilerimiz ilk kez bu derece örselendi. Portekizli yazar José Saramago, cılızlaşan ve yoksullaşan dünyada zaman hızla tükenir ve insanın direnci giderek düşerken, çürümenin yayıldığından, hastalıkların açık kapılardan daldığından, suyun tükenmeye yüz tuttuğundan ve yiyeceklerin zehre dönüştüğünden şikâyet eder. Ona göre, bu belaları başımıza saranlar, tek başına kalınca hayatı daha kolay yaşayabileceklerini sanan, ele geçirdiği şeyleri hiç kimseyle paylaşmaksızın tek başına tüketme hayalleri kuran çürümüş ruhlardır. (J. Saramago, Körlük, Çev. Işık Ergüden, İstanbul. Kırmızı Kedi Yay., 2015, s. 258, 299.) Her türlü sömürüyü bir hak ve ödev bilen, kendi çıkarları için toplumların huzur ve saadetini altüst eden bu çürük ruhlar, tahminimce, küresel çapta bir nüfus planlaması için düğmeye bastılar. Bunu bir komplo teorisi gibi görenler olabilir, bu tam da o ruhu çürümüşlerin istediği şey: kapalı kapılar ardında kurdukları gerçek planları bizlerin komplo teorisi sanması. Ancak Saramago yine de ümit aşılar: “Biz birkaç bin kişilik bir grup değil, yüz milyonlarca kişiyiz.” Ne var ki çoğunluk olmak bu sürgit sömürüyü, sinsi plan ve oyunları bozmak için yeterli değildir. Sözü edilen ezici çoğunluk, ödev ve sorumluluklarından kendini sıyırmak için kör numarası, ölü taklidi yapmayı, hayal dünyasında gezinmeyi bırakmalıdır, daldığı derin uykularından uyanmalıdır. Ne var ki bu çoğunluk kör ya da ölü taklidi yapmaktan vazgeçecek ya da derin uykularından uyanacak gibi görünmüyor. Bu manada geçmişte bazı kıpırdanmaların olduğunu söyleyebilirim, mesela, Arap Baharı böyle bir şeydi ama sonuçsuz kaldı. 

Danışman, diplomat ve yazar Mehmet Öğütçü bu yeni düzende yeni ittifakların, oluşumların, denge arayışlarının ve kaçınılmaz biçimde yeni rekabet ve çatışmaların kapıda olduğunu, dünyanın daha gevşek yeni bir Soğuk Savaş’a savrulacağını söyler. (Mehmet Öğütçü, Yeni Dünyanın Gizli Şifreleri, İstanbul: Destek Yay., 2020.) Bu doğruysa, Korona salgınının ilk görüldüğü tarih bu “Gevşek Soğuk Savaş” için başlangıç kabul edilebilir. Korona, 1947’den 1991’e kadar süren askeri ve siyasi gerilim (Soğuk Savaş) sonrasında başlayan tek-kutuplu düzenin artık sona ermekte olduğunu, yerini çok-kutuplu bir düzenin alacağını haber veriyor. Hâlihazırda dünya, Korona salgınıyla birlikte enerjiden güvenliğe, silahlanmadan doğal kaynakların paylaşımına, ticari pazarlar için rekabetten yeni teknolojilerin üretimine kadar bir dizi alanda yeni oyuncuların devreye gireceği yeni bir dönemin eşiğinde durmaktadır. Bu yeni dönemde de demografik göçler, jeopolitik gerilimler, stratejik hamle ve çatışmalar daha da artacak, finans piyasası ahlâk ve acıma hissinden yoksun kıyasıya bir rekabetin arenası olmaya devam edecek. 

Bu satırlar kaleme alınırken bu sürece ivme katması muhtemel başka bir tarihi gelişme yaşandı. ABD seçimlerine şaibe karıştığı iddialarının ardından on binlerce Amerikalı Kongre Sarayı’nı işgal etti. Bu, kelimenin tam anlamıyla, bir sivil darbe kalkışmasıydı. Dünya siyasetinin kavram dağarcığına “Kongre Baskını” olarak giren bu olay ABD demokrasisinde telâfisi imkânsız derin bir gedik açtı. Baskının ardından tam teçhizatlı çok sayıda Amerikan askeri Saray’ın koridorlarında herhangi muhtemel yeni bir kalkışma veya baskın ihtimaline karşı geceli gündüzlü nöbet tuttu. Askerlerin dünya medyasına servis edilen görüntüleri olayın ciddiyetini gözler önüne seren birer tarihi vesika hükmündedir. 

Kadın Cinayetleri

2020’de, esefle söylemeliyim ki kadın cinayetleri de çok konuşuldu. Bu ayıbın insanlık adına utanç verici bir durum olduğunu tekrara gerek yok. Polis Akademisi verilerine göre 2016-18 yıllarında Türkiye’de toplam 932 kadın cinayeti işlenmiş. Cinayet motifleri (sâikleri) arasında cinsel, psiko-sosyal, ruhsal-bedensel, ekonomik sebepler, alkol ve uyuşturucu kullanımı öne çıkıyor. Kadınlar üzerinde güç denemeyi, bununla yetinmeyip öldürmeyi kendilerine hak sayanlar sadece bizde değil dünyanın her yerinde var. Bu konuda söz konusu üç yılda Guatemala açık ara liderliğini korurken onu sırasıyla Brezilya, Kolombiya, Meksika ve Rusya takip ediyor. Kadın cinayetlerinin en az duyulduğu ülkeler Japonya ve İngiltere olurken, Türkiye bu konuda Almanya, Hollanda, Norveç, İsveç ve İspanya ile aynı sırayı paylaşıyor. (Coşkun Taştan, Aslıhan K. Yıldız, Dünyada ve Türkiye’de Kadın Cinayetleri, Ankara: Polis Akademisi Yay., 2019.) Guatemala liderliği diğer iki Güney Amerika ülkesinden, El Salvador ve Honduras’tan devralmış.  

Umberto Eco, farklı ülkelerde faşizmin 14 çeşit özelliğini sayarken, bunlardan birinin de ataerkil toplum yapılarında görülen Maşizmo olduğunu söyler. Erkeklik bu anlayışta güç, kudret, silah, namus, irade, akıl, yönetme ile özdeştir. Doğal olarak, aileyi, toplumu ve kurumları da yalnızca erkek yönetebilir. Kadının bu sınırları ihlal ettiği toplumlarda aile kurumu sarsılacak ve akabinde toplum da topyekûn bir çöküşe duçar olacaktır. Eco’ya göre Maşizmo, henüz kendi felsefi temelini oluşturamamış, şiddet üzerine temellenmiş Kök Faşizmin özelliklerinden yalnızca biridir. (Serhat Saru, “Umberto Eco’nun Kök Faşizmi”, academia.edu.) 

Hayatı amaçsızca harcarken yozlaşıp şirazeden çıkan erkeklerin kadına musallat olması yalnızca bu çağın değil, dünkü çağların da trajik bir sorunuydu. Kabadayı görüntüsü verseler de ruhları bastonla gezen bu erkekler kadına yalnızca iki tercih sunar: “Ya benimsin ya toprağın!” Ona ait olmayı reddetme cüreti sergilemek toprağın altında olmayı seçmek için yeter sebeptir. Onlar için kadın kolay elde edilebilir ve kolay harcanabilir bir meta hükmündedir. Esasen onlar aile ilişkilerindeki krizleri birlikte çözmeyi yeğlemezler, çözümsüzlük halinde herkesin kendi yoluna gitmesi kibirle besledikleri gururlarını zedeler. Hayallerini süsleyen mutluluk adasının haritasını yitirmenin verdiği sızıyla hayatı tecrit edilmiş bir trajediye hapsedip öfkelerini şişirmeyi ve elini kana bulamayı erkeklikten sayarlar. Sevgi sözcüklerinin ağızdan kalbe yol bulamadığı ailelerde güç kullanarak boyun eğdirme devreye girer. Kronik kavga ve dalaşmaların hüküm sürdüğü ortamlarda zamanla kalpler de şefkat, merhamet ve sevgiden büsbütün soyulup taş kesildiğinde nelerin olabileceğini yalnızca Allah bilir.

İslam dininin kaynaklarını elli yıldır ahlak açısından incelemeye çalıştığını söyleyen Mustafa Çağrıcı “ahlak merkezli bir Müslümanlık” vurgusu yapar ve şunu söyler: “İslamiyet insaniyettir. İnsaniyeti kusurlu olanın Müslümanlığı da kusurludur.” (Mustafa Çağrıcı, Din ve Değişim, İstanbul: Doğan Kitap, 2021, s. 36.) O halde, “insaniyetli olmak” sevgi, şefkat ve merhametin, dürüstlük ve hakkaniyetin, insaflı ve adil olmanın, mütevazılık ve fedakârlığın, sabır ve müsamahanın ve daha pek çok güzel huy, davranış ve eylemin nihai ve doğal sonucudur. Buradan şiddet ve canilik doğmaz. Şiddet ve canilik; aşırı hırs, imaj ve gösteriş düşkünlüğü, kibir ve ben-merkezcilik, yalancılık ve hilekârlık, fırsatçılık ve çıkarcılık gibi ruhsal dengeyi altüst eden, zihnî ve bedenî kötülüklerin kafesine kilitlenme hâlinde doğar. Sulh, sükûn, huzur ve barış müjdecisi dinimiz şiddetin her türlüsünü kınamış hatta ayaklar altına almıştır. Haksız yere insan öldürmeyi bütün insanlığı öldürmekle eşdeğer tutan İslam dini (Maide, 5/32.), bu manada ne ailede ne toplumda ne de yeryüzünde en ufak şiddete rıza gösterir. İnsaniyetli Müslümanlar topluluğunda şiddet kaçacak delik arar. Şiddet vicdansızlığın kovuklarında gezinir.          

Sonuç olarak

Akıl, bilinçaltına kök salmış nefretlerin ani öfke patlamalarıyla yüzeye vurup ortalığı kırıp dökmesine, yakıp yıkmasına engel olmanın formülünü henüz keşfedebilmiş değildir. Tıpkı hangi delikte gizlendiği, hangi delikten yüzeye çıkacağı bir muamma olan bir köstebek misali ne zaman ve nerede patlayacağı belli olmayan öfke nöbetlerinin sebep olduğu yıkımları önlemede yetersiz kalmıştır.  Aynı akıl, ne tabiatı mağlup ettiğini düşünen “küstah” insanı ne de kadını toprağa gömerek maçoluğunu ispatlayan “zavallı” erkeği gemleyebilmiştir. Güç sarhoşu yeryüzü Efendisi (!) ile şiddet bağımlısı erkek kötülüğü sıradanlaştırmada birbiriyle yarışmakta, insanlığın sessizliğe ve dinginliğe derin ihtiyaç duyduğu çağımızda el ele barbarlığın tohumlarını ekmektedirler. 

“Bozulduğu zaman insandan daha korkunç bir silah yoktur.” diyen Tolstoy şimdi haksız mı?

Editör: Mehmet Çalışkan