Ayşe Nur ÖZKAN
İstanbul Kadıköy Vaizi

“Biri de çıkıp demiyor ki Eren iyi ki varsın!”

Bu cümle, 11 Ağustos 2017 tarihinde Trabzon’un Maçka ilçesinde henüz 16 yaşında iken şehit düşen Eren Bülbül’e ait.  Şehit olmadan iki ay önce sosyal medya hesabında paylaşmış bu cümleyi.
Eren’in şehadetinden sonra milyonlarca insan ona “İyi ki varsın Eren!” dedi. “İyi ki varsın!”

Hayat çok kısa!

Sevdiklerimizden ne zaman, nasıl ayrılacağımızı bilmeden zamana karşı bir yarışın içerisinde koşturuyoruz hepimiz. Maddi ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalışırken manevi ve psikolojik ihtiyaçlarımızın farkına var(a)mamak, onları ihmal etmek, derin acılar bırakıyor yüreklerimizde. Oysaki kendimizle, sevdiklerimiz ve yakınlarımızla kurduğumuz sağlıklı ve anlamlı ilişkiler hayatımızdaki en büyük zenginliğimiz. 

Huzurlu bir hayat yaşamak için yakınlarımız ile olan ilişkilerimizi rıza-i ilahiyi gözeterek sevgi, saygı ve hoşgörü içerisinde yürütebilmek, ihtiyaç ve isteklerimizi doğru tespit edebilmek, kendimize ve sevdiklerimize yapacağımız en değerli yatırım. 

Olmasa da olur mu?

Rabbimiz Kureyş suresinde çok önemli bir gerçeği hatırlatır bize. Açlık ve korkudan uzak, sevgi ve güven içinde hayatımızı sürdürmenin en büyük zenginlik ve şükür sebebi olduğunu ifade eder. Doğamız gereği hepimiz toplumsal varlıklarız. Bizi toplu hâlde yaşamaya zorlayan en önemli sebep ihtiyaçlarımızdır. İbn Haldun, Mukaddime eserinde üç temel prensip olarak açıklar ihtiyaçlarımızı: Beslenme, güvenlik ve dostluk kurma. Psikoloji literatüründe ise Maslow’un ihtiyaçlarımızı sistematize ettiğini görürüz. Açlık, susuzluk gibi temel ihtiyaçlar fizyolojik ihtiyaçlarımızdır. Karşılanmadığında en fazla 3 hafta içinde açlıktan, birkaç gün içinde ise susuzluktan hayatımızı kaybedebileceğimizi açıklar bilim insanları. 

İkinci seviyede güvenlik ihtiyacı yer alır. Hayatta kalmayı başardıktan sonra güvenli ve huzurlu bir ortam aramaya başlarız. Kendimizi güvende hissetmediğimizde iyi ve sağlıklı ilişkiler kurmak ve dengeli bir hayat yaşamak çok zordur çünkü. 

Üçüncü seviyede aidiyet ve sevgi ihtiyacımız yer alır. Sadece biyolojik değil psikolojik ve sosyal ilişkilerimizin önemini ortaya çıkaran bu ihtiyaç, tıpkı fizyolojik ve güven ihtiyacı gibi karşılanmadığında insanı yavaş yavaş ölüme yaklaştırır. Fizyolojik ihtiyaçların karşılanmaması ya da yetersiz olması nasıl bedensel bir gerilemeye ve ölüme sebep oluyorsa psikososyal ihtiyaçların eksikliği de zihin ve ruh dünyamızda gerilemelere, fiziksel değil ama psikolojik ölümlere, ruhsal yaralanmalara sebep olur. 

Bir insana verilecek en büyük ceza onu yok saymaktır 

Peygamberimizin (s.a.s.) sadece bindiği devesine, atına değil kendine ait eşyalara dahi isim verdiğini biliyoruz siyer kitaplarından. Kullandığı kılıcının adı Zülfikar, misvağını koyduğu küçük kutunun adı Reyyan’dır mesela. Bir eşyaya isim vermek onun varlığını kabul etmek, değerini ortaya çıkarmaktır çünkü. Günlük dilde kullanılan “şey, sen, hey, baksana” gibi kelimeler bir değersizleştirme, yok sayma ifadesidir. 
“Türümüzün en büyük günahı nefret etmek değil en büyük zalimlik olan yok saymaktır.” der G. Berbard Shaw. Bir insanı yok saymak, söyledikleri ile ilgilenmemek, duymazlıktan gelmek, onun ihtiyaçlarına cevap vermemektir. Psikolojik şiddet içeren bu hareketler, içinde fiziksel şiddet barındırmasa da bireyin ruhunda derin izler bırakır. Böyle muameleye maruz kalan kişiler varoluşlarını gerçekleştirememenin acısı ile kendilerini depresif hisseder, değersizlik duygusu yaşar, neden bu tür davranışlara maruz kaldıklarını sorgulamaya başlar. 

“Yaratılanı hoş gördüm Yaradan’dan ötürü”

Bizi birbirimize muhtaç olarak yaratan Rabbimiz, ihtiyacımız olan, gelişimimize katkı sağlayacak her imkânı da bize sunmuştur. Bazen ihtiyaçlarımız ve isteklerimiz arasındaki denge bozulabilir, yaşam olayları, şartlar, nefsimizin tuzakları bizi Rabbimizin rızasını kaybedecek noktaya doğru götürebilir. Birbirimize karşı sorumlu olduğumuz kişilerin ihtiyaçlarına cevap vermeyerek onlara psikolojik işkence uygulayabiliriz. Bu davranış modellerimizi fark ettiğimiz zaman onların bizim hayat sahnemize niçin girdiklerini, hangi eksik yönümüzü tamamlamak için gönderildiklerini düşünmek davranışlarımızı değiştirmemize yardımcı olabilir.

Bir gül üzerinden verilen hikâye yakınlarımıza neden daha hoşgörülü olmamız gerektiğini çok güzel anlatır. Hikâyenin kahramanı gül, güzel bir çiçek olduğunu düşünür. Herkesin kendisini beğendiğinden emindir. İnsanlar ona iltifat ettiğinde çok mutlu olur. Ancak herkesin neden ona uzaktan baktığını anlayamaz. Bir gün gül, yakınlarında oturan büyük, kara bir kurbağa olduğunu fark eder. Soluk bir rengi, çirkin benekleri büyük gözleri ile herkesi korkutabilecek bir kurbağadır bu. Gül, kurbağadan dolayı kimsenin ona yaklaşmadığını düşünür ve hemen uzaklaşmasını söyler. Kurbağa gülü rahatsız etmek istemez ve oradan uzaklaşır. Birkaç gün sonra gül çürümeye başlar. Yaprakları dökülür. Artık kimsenin ona bakmak istemediğini fark eder. Yakınlardan geçen bir kertenkele gülün ağladığını görür ve güle ne olduğunu sorar. Gül, karıncaların onu öldürdüğünü söyler. O zaman kertenkele gülün çoktan bildiği şeyi hatırlatır kendisine: “Kurbağa karıncaları yiyor ve senin güzel kalmanı sağlıyordu.” Nisa suresi 19. ayette yapar bize bu hatırlatmayı Rabbimiz: “Belki bir şey hoşunuza gitmeyebilir ama Allah onda birçok hayır takdir etmiş olabilir.” 

Şu an yanımızda olan, birlikte yaşamak zorunda olduğumuz, aramızda hak hukuk ilişkisi olan kişilerin hayatımıza niçin dâhil olduğunu bilemeyebiliriz. Bildiğimiz bir gerçek varsa o da başımıza gelen olayların, karşımıza çıkan kişilerin tesadüf olmadığıdır. İlişkilerimizde yaşadığımız zorlukları gelişimimiz için bir fırsat olarak kabul ettiğimizde hayatımızı daha anlamlı kılarız.

Bir kalbe girmeyi başaramayan cennete girmeyi nasıl başarabilir ki?

En büyük amacı Allah’a kulluk ve O’nun rızasını kazanmak olan kısa bir hayatı yaşıyoruz. Hangimizin iyi ve güzel işler yapacağını denemek için gönderildiğimiz bir oyunun sahnesinde hepimiz yerimizi aldık. Kimimiz güzel davranışlarımız, kurduğumuz sağlıklı iletişim ve ihlas ile varoluşun hakkını vermeye gayret ederken, kim bilir belki farkına varmadan kimimiz de var olmak isteyen, beni duy, beni gör diyerek farklı yöntemler deneyen yakınlarımızı gör(e)memekte ısrar ediyor.  

Sabah eşinizi, çocuklarınızı, yakınlarınızı uğurlarken onlarla tekrar buluşma imkânınızın olmayacağını bilseniz nasıl bakardınız gözlerine? Sarılmanız, ayrılmanız, veda cümleleriniz nasıl olurdu?  Evet, artık Eren aramızda yok! Ama ya aramızda olanlar. Eşlerimiz, çocuklarımız, ebeveynlerimiz, arkadaşlarımız, tüm sevdiklerimiz. Henüz yanımızdayken ve fırsat varken söylemenin tam zamanı: İyi ki varsınız!

Editör: Mehmet Çalışkan