Prof. Dr. Soner GÜNDÜZÖZ
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Medeniyet, şehrin silüetinde saklıdır. Elbette Arapçada “medine” diye karşılık bulan “şehir” ile “medeniyet” arasındaki tek bağ bir türeyiş bağlantısı değildir. Bu bağı, kolektif bilinç, dayanışma ruhu, iyilikte yarışma ümidi besler. İlim, ahlak ve sanat beraberce şehri imar eder. Aslında bir şehri şehir yapan bütün bunların hepsidir. Bunları çıkardığınızda geriye kalan ise beton duvarlar, çelik konstrüksiyonlar ve yalnızlık içerisinde bir koşuşturmadır. Ruhunu kaybeden şehirlerde, insanları egzoz dumanları, klakson sesleri, vurdumduymazlığın arsızlığı ve yalnızlık hırpalar. Artık kaosun girdabında, martıların sesi, çocukların şen kahkahaları ve maveranın derin sesi ezanlar duyulmaz olur. Bir taraftan makinelerin, manivela kollarının, bocurgatların ve kocaman çarkların yuvalarında dönmesini sağlayan katran misali gres yağlarının ağırlaşmış kokusu, diğer kimyasalların kokusuyla birleşip genizleri yakar, öte yandan alev alev kızgın ocaklarda, hayatın maddi yanı, acımasızca ruhları dağlar... Ve gün gelir, mekanikleşmiş dünyada bir o kadar otomatikleşmiş bedenler, tatlı meltemlere kapılıp menekşe yapraklarında tüllenen kelebek kanatlarındaki zarafeti artık fark edemez olur. Oysaki medeniyetimizin şehir algısı böyle bir şey değildir. 

Şehir tabiatla birleşmeli, Ilgaz Dağı’nda soğuk bir pınar başında yudumladığımız bir su gibi içimizi serinletmelidir. Şehir samimi ve içten olmalıdır ve sonra tıpkı Torosların eteğindeki bir köyün asude güzelliği gibi ruhumuzu sarmalıdır. Şehrin silüeti hayatı olduğu kadar ölümü de derin bir mana ile kucaklamalıdır. Mezar taşları “Hüvelbâkî” yazısıyla ölümsüz hayata işaret etmeli, Ravza, meşhed, kabristan, hazire şehrin dokusunda sonsuz hayatı fısıldamalıdır. Türbeler, kümbetler Fatihalarla önümüzden geçerken hayat ile ölüm arasına yerleştirilmiş anıtlar gibi bizimle konuşmalıdır. Evlerimizdeki çeşmelerdeki sular, III. Ahmet Çeşmesi’nden akan sulara, selatin camilerinin pirinç musluklarından ve şadırvanlardan çağlayan sulara karışmalı, nihayet bu suların şırıltısı, güvercinlerin kanat seslerine ve aminlere şahitlik etmelidir. 

Dimağlarımız hayata uyanmalı, Süleyman Mabedi’nin kubbesinden havalanan Hüdhüd’ün kanat sesleri, Mekke’de Ebabil, Tih’te bıldırcın, Miraç’ta Burak olurken İstanbul’da martıların kanat seslerine karışmalıdır. Sonunda tüm arz, yatay ve dikey boyutlarla şehrin silüetinde birleşmelidir. Allah Resulü’nün sözlerindeki gibi insanlık şehir şehir mahşere akmalıdır.  Nebi’nin; “Allah’ım! Bize Şam’ımızı mübarek kıl, Bize Yemen’imizi mübarek kıl.” (Tirmizi, Menâkıb, 74.) duası aminlerimizle karşılık bulmalıdır. Allah Resulü’nün çizdiği dairenin her bir noktasında Mekke, Busra, Tâif, Medine, Kudüs, İstanbul ve (…) başka bir şehrin hikâyesi olduğu hatırlanmalıdır.    

Medeniyete dair mazimiz, tefekkür ve tezekkürle bağ kurabileceğimiz ve ilerlemenin nirengi noktası olabilecek bir ruhu, daha derinden duyumsayabileceğimiz bir birikim oluşturmalıdır. Hatırlayalım bedestenleri… Onlar helal rızık kavramıyla yoğrulmuştu… Hatırlayalım kervansarayları… Onlar yorgunluğun, biraz istirahatle, biraz teheccüdle atıldığı yerlerdi. Bazen Erzurum’da bazen Bitlis’te bazen Bursa ve İstanbul’da bir imarethane ve bir medrese kocaman taç kapısına inat, rükû ile girilebilen küçük hücrelerle tevazuu talep ederdi. İtiraf etmelidir ki her biri kendi dilleriyle “Biz sadece taştan kütleler değiliz.” der gibiydiler. Hakikaten bu yapılar Sedefkâr Mehmet Ağa, Koca Sinan gibi ustaların elinde, “Taş vardır ki Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer.” (Bakara, 2/74.) ayetinin efsununa boyanmıştır. Sultanahmet, Selimiye ve diğerleri, Levnî’nin, Lâmiî’nin, Dede Efendi’nin ve Itri’nin boyaya, mısralara ve musikiye dokunuşlarıyla kucaklaşmıştır. Hammamizade’nin ferahfezası, Nigârî’nin, Nakşî’nin ve Şahkulu’nun minyatürleri, Mevlana’nın Mesnevi-i Şerif’i, Ebü’l-Bekâ er-Rundî’nin Endülüs’e Ağıt’ı buna sessizce tanıklık eder. Elbette bütün bu eserlerde derin bir bilgi birikiminin, sağlam bir simetrik anlayışının, şaşmaz bir matematiğin ve ince bir ruh hâlinin yansıması vardır. Bu, bilim ve hikmet olmadan medeniyetin olamayacağını söyler bize… Kuşkusuz bu satırları yazma amacımız, nostaljinin hüznü altında ezilmek değildir. Yazdıklarımız, medeniyetimizin, taşlarına varıncaya kadar sinmiş, bilgi ve ahlakla yoğrulmuş naif ruhunun ihyasına dair sadece bir derkenardır.

Şehir, imece ruhunu modern hayata aktarmadan kolektif ruhunu nasıl bulabilir? Şehrin mihneti ve sıkıntısı, bu ruh hatırlanmadan nasıl aşılabilir? Nitekim çatık kaşların, mütebessim suretlere ricati – gelecekten kopmamak kaydıyla- ancak maziye anlamlı bir dokunuşla mümkün olabilir. Allah Resulü’nün (s.a.s.) ailesi, Medine’ye geldikten onun vefatına kadar, üç gece arka arkaya buğday ve arpa ekmeğinden doya doya yememişken (Buhari, Etime, 23.) nasıl mutlu olabilmişlerdi?  Kuşkusuz onlar olanı paylaşmışlar, mutlu olmayı bilmişlerdi. Allah Resulü’nün kızı Fatıma evlendiğinde çeyizinde sadece bir yaygı, içi hurma lifiyle doldurulmuş bir yastık, bir su kırbası, bir elek, bir havlu ve bir su bardağı varken (İbn Hanbel, I,104.) nasıl da iki güzide evlat yetiştirebilmişti? Ehlibeyte göre mutluluk, maddiyatın ötesinde bir şeydir. Günümüz şartlarında ihtiyaçlar elbette artmıştır. Hayatın gereklerine tabii ki uyulmalıdır. Bunun için mücadele etmelidir. Fakat sıkıntıların, mutsuzluk ve ümitsizlik olarak karşımıza çıkmasına izin vermeden…  Sıkıntılarda Allah, inayeti ile bir rahmet kapısı açar. Hatırlanmalıdır Ebu Basîr… O, özgürlüğü dâhil görünürde her şeyini kaybetmişti. Ama kısa sürede onun için Hudeybiye’de akan gözyaşları Zülhuleyfe’de umut olmuştu.  

Günlük koşuşturmaların yorgunluğu bizleri zaman zaman kalbî güzelliklerin neşvesinden koparır. Bu yüzden hayatı hep “içinde bulunduğumuz kadar” sanırız. Hayat elbette içinde bulunduğumuz şeydir. Fakat ondan daha fazlası da var. Günde beş vakit kıldığımız namazlar bize hayatın o fazla yanını hatırlatır. Secdeler ve rükûlar bize ufuk çizgisinin ötesinde de bir dünya olduğunu söyler... Öteleri hatırlatan bir şeyler olmasa veya şuhûd âleminin ve kâinatın “bir olan”a tanıklığını fark edemesek hayatın yorgunluğu, gönül yorgunluğu olur bize... Öyleyse bir enerji gerek ruhlara... Ancak bu enerjiyle ruhlar güçlenecek, gönüller şenlenecektir. Bilgi ve hikmet ibadetle buluşmalı, nezaket ve nezahetle yoğrulmalıdır. Bilgi ve hikmetin kaynağı bir taraftan kâinat kitabı, diğer taraftan Kur’an’dır. İkisi de birbirini doğrular. Kur’an’ın, kâinatın ve insanın kendi öz benliğinden yükselen hakikat aynı yolda ilerler. Tefekkürü sayesinde insan, tedbir-i ilahinin her yönden kâinatı çepeçevre kuşatmış olduğunu fark eder. Tefekkür sonucunda elde ettiği yakini bilgi sayesinde insanın, metafizik ve gaybi varlığı genişler... Din ancak metafizik değerlerin, bu dünyaya aktarılmasının gerçekleştiği bir yoldur. Müslümanların tefekkür bilinçleri, bu şehadete bağlıdır. (Taha Abdurrahman, Ruhu’d-Dîn, Beyrut, 2013, s. 490.) Şehir, bu şehadetin inşa edildiği yerdir.

Hikmet ve bilgi, asırlar boyu, Birunilere, İbn Sinalara, Farabilere ilham olmuş, istiridyedeki bir inci gibi bilgelik denizinin derinliklerinden çıkarılmayı beklemektedir. Şehir bize ilim meclisleri, okullar ve üniversiteleriyle bilgiyi vadeder. Her türlü kimlik krizinin aşılmasında yegâne çare bu engin bilgi hazinesidir. Kolektif hafıza olgusal bir birikim olmayıp tarihsel bir birikimdir. Her asrın kültürünü ve anlayışını yansıtan gelenek, tarihsel bir ürün olarak işlenmeye muhtaçtır. Bizlerin tasavvuru nasıl ki çağımızın ve kültürel seviyemizin bir göstergesi ise geçmişin mirası da kendi çağlarının bulunduğu, ilmî ve kültürel seviyenin bir göstergesidir. Şu kadar var ki her büyük ilerleme geçmişin deneyimine ve birikimine dayanarak bilginin kesintisiz bir zincirin halkaları gibi devam ettiğini kabul etmek suretiyle gerçekleşebilmektedir. Zira kır çiçekleri ve pıtrakların ömrü kısadır. Fakat çınarlar birer anıt gibi her daim dimdik ayaktadırlar. Sünnet-i nebeviyenin, kökünü teşkil ettiği ve dalları vahye uzanan bilgi ve kültürle yoğrulmuş medeniyetimizin birikiminden uzak duramayız.

Popüler kültürü besleyecek bir derinliğe, onu maddi kalıpların ötesine geçirecek bir duyarlılığa ihtiyaç vardır. Kent kültürünün doğal bir sonucu olan popüler kültürü, sıradanlığı, yıkıcı ve zararlı alışkanlıkları yaygınlaştıran bir mekanizma olmaktan çıkartarak, hikmet ve vahyin bilgisiyle boyanmış, dünya ve ahiret mutluluğunu dengeli şekilde ifade eden ve insanları hazların ve saplantıların tahakkümünden kurtaran bir mekanizma hâline dönüştürmek gerekmektedir. Bu ise başta bilim, sanat, edebiyat, müzik ve spor olmak üzere, bu mekanizmaya şekil veren alanların duyarlılığıyla mümkün olacaktır. Popüler kültürün daha çok eğlenceye dönük olduğu dikkate alındığında, şehirde insan tabiatına uygun meşru eğlence vasıtalarının oluşturulmasının yanı sıra fastfood veya ayaküstü yemek mantığıyla her şeyi bir anda tüketmeye programlanmış bir tüketim mekanizması yerine, her alanda bilgi, hikmet, estetik, merhamet ve ahlak kavramlarıyla hemhâl olmuş bir vizyona olan duyarlılık geliştirilmelidir.

Pek çok defa medyada yer alan haber kirliliği vicdanları örselemekte, bazen her şey reyting uğruna ölçüsüz bir eğlence aracına dönüşebilmektedir. İzleyiciler ellerinde patlamış mısırlarıyla rahat koltuklarında televizyon seyrederken feci bir kazanın ardından çekilmiş flaş görüntüleri büyük bir serinkanlılıkla izleyebilmektedirler. “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Müslim, Fadail, 65.) diyen manevi miras, yağlı parmakların arasından akıp giderken muhteşem cemalinin bu çılgın popcorn kültürüne feda edilişini gözü yaşlı izlemektedir. Nihayet kültürel mirasımızdaki inanç, ağırbaşlılık, merhamet, nezaket erdemlerinden yansıyan ışıltı, Afrika’da, bir akbabanın gölgesinde, açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun başında nöbet tutan gazetecinin, -en uygun an (!)- geldiğinde bastığı deklanşörün ışığıyla paramparça olmaktadır.

Bazen her şey metalaşmakta, gelenekte “bereket”, “helalinden kazanç” ve “kanaat” ekseninde insanileştirilmiş ticaret, “ne pahasına olursa olsun daha fazla tüketelim” söylemi içinde, optimal kâr marjının bir promosyonuna dönüşebilmektedir.

Popüler kültürün vadettiği yapay mutluluğun, süfli ve aleladelikten deruni bir boyuta aktarılması ile dünyevi oluş ve şeylerin uhrevi boyutta harmanlanması, gerçek bir zenginlik olarak insanlığın kendi dinamiklerini ve gönül dünyasını yeniden keşfetmesiyle mümkün olacaktır. Maddede bile ince bir ruh ve derin bir mana arayan, etrafındaki her nesnede estetik yönü ön plana çıkaran bu geniş bakış açısı, ebedî mutluluk bilincinin inşasına yönelik güçlü bir adımdır. Bu adım, fastfood hamburgeri olarak soframıza gelen tavuk ya da ineğin sadece kızarmış bir piliç ve et değil; bunun, Allah’ın yarattığı kâinatta bir vazifesi olan ve belli bir gayeye matuf daha büyük bir idrak ve şuurun tecellisi olarak varoluşa katılan bir varlık olduğunu bize hatırlatacaktır. 
Öte yandan şehir, anlamlı sembollerle şehirdir. Dünyanın neresinde olursa olsun bir mescidin, etrafındaki hanelere sekine ve esenlik verdiğini, onun sayesinde insanların vahyin bilgi, inanç ve kardeşlik mesajından ilham aldıklarını söyleyebiliriz. Bir caminin tek başına varlığı dahi huzurun teminatı olmakta, cami, çevresindeki olası suç ve kötülüklerin dizginlenmesine olumlu katkılar sağlamaktadır. Cami itikâf, tefekkür ve ibadetlerimizle kendi benliğimize yaptığımız enfüsi seyrüseferimizi, ümmet olmanın neşvesine boyayarak bizi farklı ufuklara taşımakta ve kesret içinde vahdeti kulaklarımıza fısıldamaktadır. Şehir, kesretten vahdete dönüşün bir ifadesidir.

Editör: Mehmet Çalışkan