Prof. Dr. İlyas ÇELEBİ
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İslam’ın asli kaynakları

İslam bilginleri, dinleri hak ve batıl olarak ikiye ayırdıktan sonra hak dini “akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan ve peygamber tarafından tebliğ edilen şeylere sevk eden ilahi kurallar bütünü” olarak tanımlamaktadırlar. (Bekir Topaloğlu & İlyas Çelebi, Kelam Terimleri Sözlüğü, s. 79.) Bu duruma göre batıl dinler de ilahi kaynağa ve peygamberlerin tebliğine dayanmayıp bazı kişi veya toplumların uydurarak din kisvesi ile ortaya attığı inanç ve ritüellerden oluşmaktadır. Hak dinin tanımında öne çıkan hususlardan biri, onun ilahi kaynaklı oluşu yani vahiy yoluyla bir peygambere gönderilmiş ve bu peygamber tarafından da insanlara tebliğ edilmiş olmasıdır. Dolayısıyla hak din ile batıl dinleri birbirinden ayıran önemli faktörlerden biri kaynak meselesidir.

Türkçede kaynak “suyun çıktığı yer (menba), pınar, kaynarca; araştırmalarda fikrin ilk çıkış yeri, yararlanılan belge” anlamlarına gelmektedir. Dinin kaynağı denildiğinde ise söz konusu dinin çıkış yeri, menşei, dayanağı kastedilir ve onun hak dinlerde olduğu gibi ilahi kaynağa mı yoksa batıl dinlerdeki gibi beşerî kaynaklara mı dayandığı ifade edilmek istenir. Söz konusu din İslam olunca, onun kaynağının ilahi olduğu ve Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından tebliğ edildiği, izahı gereksiz olan açık bir husustur.

Yazımızın başlığında geçen “asli” ifadesine gelince bu, olmazsa olmaz kabul edilen ana kaynakları ifade eder. İslam dininin asli kaynakları, ilahi olan yani Allah tarafından gönderilmiş bulunan kaynaklardır. Bilindiği üzere ilahi buyrukların Allah tarafından peygamberlere ulaştırılma yöntemine vahiy denilmektedir. Vahiy Allah Teâlâ’nın buyruklarını Cebrail (a.s.) yoluyla veya peygamberin kalbine manayı doğrudan ilham etmek suretiyle ulaştırması demektir. Bu yolla ya Kur’an-ı Kerim’de olduğu gibi vahyin hem lafzı hem de manası ilahi olur ya da hadislerde olduğu gibi manası ilahi, lafzı ise beşerî yani Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ait olur. Bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed (s.a.s.) de ismet sıfatına sahip olduğu için sübutu kat’î olan hadislerin kaynak olduğunda şüphe yoktur. Bu iki kaynak arasında genel anlamda bir görev paylaşımı yapılacak olursa; Kur’an’ın daha çok ilke ve esas koyucu, sünnetin ise örneklendirici olduğu söylenebilir. Allah buyruklarını Cebrail (a.s.) vasıtasıyla peygamberine gönderir, o da bu buyrukların nasıl anlaşılacağı ve nasıl uygulanacağını tayin eder, şeklini belirleyip tatbikatını yapar.

Sonuçta dinin ana kaynaklarında ortaya konan kural ve örnekler sayılı ve sınırlıdır. Halbuki hayat değişkendir ve toplumsal gelişmelerde çözüm gerektiren yeni yeni olaylar ve örnekler ortaya çıkmaktadır. İşte burada Kur’an ve sünnet üzerine bina edilen kaynaklar devreye girmekte ve söz konusu yeni örneklerle ilgili kural ve hükümler bu kaynaklar yoluyla oluşturulmaktadır. Dinin tanımında yer alan “akıl ve irade” vurgusu, bu kaynakların zeminini oluşturmaktadır. Usûl-i fıkıh kitaplarında bu kaynaklar icma ve kıyas olarak ifade edilmiştir.

Bu duruma göre İslam âlimlerinin dinî bir meselenin hükmü üzerinde fikir birliği etmelerini ve bütün Müslümanların ortaklaşa benimsedikleri dinî hükümleri ifade eden icma, Kur’an ve sünnetten sonra İslam fıkhının üçüncü kaynağıdır. (İbrahim Kafi Dönmez, İçtihat, DİA, XXI, 417, İstanbul 2000.) Hakkında açık hüküm bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak benzerliğe dayanarak hükmü açıkça belirtilen meseleye göre belirlemek demek olan kıyas ise İslam fıkhının dördüncü kaynağıdır. (Ali Bardakoğlu, Kıyas, DİA, XXV, 529, Ankara 2002.) Kur’an ve sünnette yer alan hükümler kıyasın bir yönünü, hakkında açık hüküm bulunmayan meseleler ise diğer yönünü teşkil eder. İkisi arasındaki ortak illet ve benzerlik ise kıyasa gitmenin gerekçesini oluşturur. Birinci yön vahye, ikinci yön ise akla dayanmakta olup din, bu yollarla kendini yenilemekte, evrensellik ve süreklilik kazanmaktadır.

Asli kaynakları doğru anlamanın yöntemi

İslam dininin asli kaynaklarını naklî ve akli olarak ikiye ayırdık. Vahye dayanan naklî kaynaklar bize Arapça ibareler şeklinde gelmiştir. Dolayısıyla onların doğru anlaşılması ibarelerin lügat, dil kuralları (sarf ve nahiv), muhkem ve müteşabih oluşları, cümle içindeki bağlam ve maksada uygunluk gibi kriterlere göre anlaşılmasına bağlıdır. Akli ilimlerde mantık, şiirde vezin, musikide nota gibi nesirde de bu kurallar ibarenin doğru anlaşılması için gereklidir. Şimdi bu unsurları biraz açalım: Dilde her kelimenin örfte konulmuş bir veya birden fazla manası vardır. Bazı kelimelerin tek, bazı kelimelerin ise birden fazla anlamı olabilir. Hatta bazı kelimeler ibarede hakiki anlamı dışında kullanılabilir. Burada ibareyi okuyup anlamak isteyen kişinin okuduğu ibarede hangi anlamın kastedildiğini tercih etmek için önce söz konusu ibarede geçen kelimelerin lügatteki birincil, ikincil, üçüncül… anlamlarını bilmesi gerekir.  Tercihte birinci mana önceliklidir. Bir mâni olduğu takdirde ikinci, üçüncü… manalara gidilir. Şayet ibarenin bağlamı kelimeye birinci manayı vermeye mâni teşkil etmiyorsa bu mana ile yetinilir, eğer bağlam bu manaya müsaade etmiyorsa ikinci, üçüncü manalara geçilir. Böylece ibarenin anlaşılmasında mütekellimin kastı ve metindeki bağlam önemli bir işleve sahip olmuş olmaktadır. Bu sözlerimizi şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Kur’an-ı Kerim’de, “Kıyamet günü yeryüzü Allah’ın kabzasında olur, gökler de O’nun sağ eliyle dürülür.” (Zümer, 39/67.) buyrulmaktadır. Burada geçen “el-kabza” kelimesi fiil olarak “almak, avcunda tutmak, sahip olmak, daraltmak”; isim olarak ise “elin başparmak dışındaki dört parmağın genişliği” anlamlarına gelmektedir. Allah’ın, eli diye bir uzvu olmadığına göre O’nun yeryüzünü avcunda tutması diye bir anlam uygun değildir. Dolayısıyla burada mecaza gitme zorunluluğu söz konusudur. “Gökler O’nun sağ eliyle dürülür.” ifadesinde de aynı kural geçerlidir. 

İbarenin anlaşılmasında önemli bir etken de kelimelerin yapısı, kalıbı, kipi, tekil veya çoğul oluşu; cümle içindeki konumu örneğin özne, nesne, tekid, hal, atıf, mübteda, haber gibi konumlardan hangisinde kullanıldığıdır. Bunların yanında mütekellimin cümleyi düzenleme maksadına uygun olarak nasıl anlaşılması gerektiği önemlidir. Bu konuda bize ışık tutacak olan hususların başında sebeb-i nüzul ve vürud-i hadis gelmektedir. Bu tür rivayetlerin sahih olması durumu, metnin anlaşılmasına önemli katkılar sağlar. Bu söylediklerimizi şöyle örneklendirebiliriz: 

“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa ben ona bir zirâ yaklaşırım. Eğer o, bana bir zirâ yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.’” (Buhari, Tevhid, 16, 35; Müslim, Zikr, 2.)

Bu hadiste “bir zirâ, bir kulaç” gibi mesafe birimleri ve “yürümek, koşmak” gibi hâdis varlıklara ait olan fiiller Allah’a nispet edilmiştir. Allah Teâlâ mekândan münezzeh olduğu ve herhangi bir surete bürünmediği için bu ifadeleri hakiki manaları ile O’na nispet etmek caiz değildir. Ancak metnin bütününe bakıldığı zaman Allah Teâlâ’nın kuluna yakınlığı, lütuf ve kereminin çokluğunun anlatılmak istendiği görülür. Buna uygun olarak da söz konusu ifadelere mecaz anlam vermek icap eder. 

Akla dayanan dinî kaynakların doğru anlaşılmasına gelince; bu konuda normal şartlarda akıl tek başına bir kaynak olmasa da vahyin anlaşılmasında ve ondan yeni hükümler çıkarılmasında önemli bir işleve sahiptir ve bu işlevini icma ve kıyas yoluyla icra etmektedir. Ortak aklı ve konsensüsü temsil eden icma, ibarenin anlaşılmasında delil olabileceği gibi güncel meseleler ile ibare arasında irtibat kurma noktasında da delil olabilir.

Akli kaynakların kullanılmasında akıl ilkelerine ve mantık kurallarına riayet etmek gerekir. Örneğin kıyasa başvurduğumuzda birinci önermemiz nasla belirlenmiş hükümdür. Bu hükmün muhkem olması gerekir. Şayet bu önerme sahih olmazsa ona dayanarak kurulacak önermeler ve çıkarılacak sonuçlar hatalı olacaktır. Bilindiği üzere kıyasta nasla belirlenen hükmün, hükmü belirsiz meseleye taşınmasını sağlayan ortak payda illettir. Kıyasın sahih ve neticenin doğru olabilmesi için illetin ortaklığında tereddüt olmaması gerekir. Bu söylediklerimizi şöyle örneklendirebiliriz: Kur’an-ı Kerim’de hamrın (şarabın) günah ve haram olduğu beyan edilmektedir. (Bakara, 2/219; Maide, 5/90-91.) Buna karşın diğer içki türleri zikredilmemekte, onlar hakkında herhangi bir beyan yer almamaktadır. Burada hükmü belli olan hamr ve hükmü belirlenmemiş bulunan diğer içki türleri söz konusudur. Yapılan kıyasta hamrın haram kılınmasının nedeninin “sarhoş edici olması” tespit edilerek aynı gerekçe ile diğer içkilerin de haram olduğu hükmüne ulaşılmıştır.

Atalarımız “usulsüz vusul olmaz” demişlerdir. Dolayısıyla hem naklî delillerin hem de akli delillerin doğru anlaşılması için bilgi edinme yöntemine uymak, usul kitaplarında açıklanan kural ve esaslara riayet etmek gerekir. Bu kurallar ibareyi kişilerin öznel ve keyfî yorumundan kurtarmaktadır. Kelimelerin lügatte sahip oldukları hakiki ve belagatte onlarla bağlantılı olan mecazi manalardan sarfınazar ederek anlam vermeye bâtınilik denilmektedir. Mecaz, istiare ve kinaye gibi anlamlarla bâtıniliği karıştırmamak gerekir. Çünkü birinci grupta kurallar geçerli iken ikincisinde keyfîlik söz konusudur.

Sonuç olarak İslam’ın asli kaynakları, onun esaslarının tespitinde ve çerçevesinin oluşturulmasında önemli işlev görmektedir. Bunlarla bir taraftan süreklilik arz eden esaslar ortaya konulurken bir taraftan da yeni meseleler hakkında güncel hükümler oluşturmak için esnek davranılmıştır. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim’de hükümleri belli muhkem ayetler yanında yoruma açık müteşabih naslar da yer almış, akla muhkem ile müteşabih arasında ahengi kurma, ibareyi yorumlama, istidlal ve istinbatta bulunma konularında inisiyatif tanınmıştır. Burada düzenli düşünen eğitilmiş akıl öne çıkmaktadır. Biz buna aklıselim diyoruz. Aklı hata yapmaktan koruyan onun düzenli ve eğitilmiş olması yani mantık kurallarına göre çalıştırılmasıdır.

Konumuzun başlığına dönecek olursak İslam’ın asli kaynaklarını doğru yöntemlerle anlamaya çalıştığımız takdirde bunların, düne söylediği gibi bugüne de söyleyecek ve günümüz insanının düşünce dünyasını olumlu olarak şekillendirecek çok şeyi vardır. Bu noktada nasların yeni yorumu kadar icma ve kıyas da önemli işlevler görecektir. Bunun tek şartı modern insanın kendini buna hazırlaması ve bunun için gerekli olan donanım ve yetkinliği kazanmasıdır. İnanç konularında birçok fırkanın (73 fırka) ortaya çıkmasını sağlamış bulunan İslam düşünce geleneği, bu hususta zengin bir geçmişe sahiptir. Her ne kadar ortaya çıkan fırkaların çokluğu düşünce hürriyeti adına övgü vesilesi ve sevindirici ise de esas olan doğru düşünme, doğru düşünce üzere olma ve istikametten sapmamaktır. Bunun için de usul gerekli ve önemlidir.

Editör: Mehmet Çalışkan