Söyleşi

Şehirler evleri, sokakları, çarşıları ve yollarıyla bir bütün hâlde ve gördüğümüzün ötesinde metafizik yönü olan mekânlardır. Maddi ve manevi unsurlar bir araya gelerek şehirleri inşa eder. İslam şehirleri özelinde konuşursak onları meydana getiren maddi ve manevi unsurlar nelerdir?

İslam şehirleri, tevhid inancını yansıtan ve çekirdeğini vakıfların finanse ettiği külliyelerin oluşturduğu yapılar etrafında şekillenmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine-i Münevvere’ye hicretinden sonra yaptığı gibi şehir hayatı cami eksenli olarak inşa edilmiş ve bu gelenek sonraki dönemlerde de muhafaza edilmeye çalışılmıştır.  Daha iyi anlaşılması bakımından şöyle bir mukayese yapabiliriz: Batı medeniyetinde şehirler Agora Sentriktir (Agora Center) yani büyük boş meydanlar vardır ve hayat orda festivaller, kültürel aktiviteler, eğlenceler, hatta gösterilerle şekil alır. Buna karşın İslam şehirleri Teo Sentriktir (Teo Center) yani merkezinde din ve mabet vardır. Büyük meydanlar yerine hayatın merkezine cami konmuş ve şehir hayatı onun etrafında şekillenmiştir. İslam şehrinde bütün yollar şehrin kalbinde olan ve Kâbe’nin şubesi olan camilere çıkar. Zaten “medine” kelimesinin etimolojik kökenine baktığımızda ism-i mekân olduğunu ve dinin mekânı anlamını taşıdığını görürüz. Kaldı ki beşer tarihinde sahne alan büyük medeniyetler genellikle mabetler etrafında inşa edilmiştir.

İslam medeniyet havzalarına mensup şehirlerde diğerkâmlık ve paylaşım esasına dayalı kültürün bir ürünü olan vakıf müessesinin merkezî bir öneme sahip olduğunu görürüz. Bu açıdan bakıldığında vakıflar, medeniyetimizin kurucu unsuru, değerlerimizin de taşıyıcısı olmuştur. Tabiatıyla da şehirlerin imar ve iskanında vakıf kurumu başat bir rol oynamıştır. Önce bir cami-i kebir inşa edilmiş veya parası ödenerek bir kilise satın alınmış ve camiye çevrilmiştir. Bu nokta önemlidir, bir beldede fetih sonrası hiçbir kilise ya da havra, mensuplarının rızası olmaksızın cebren camiye çevrilmemiştir. Zamanla müdavimleri azaldığında rıza göstermeleri hâlinde kiliseler satın alınarak camiye çevrilmiştir. İnşa edilen cami etrafına vakıf eserlerinden olmak üzere medreseler yapılmış ve burada üretilen bilgi ve hikmet camiye gelen insanlar vasıtasıyla tüm şehre ulaştırılmıştır. Onun hemen yanında hamam, aşevi, şifahane ve yetimhane yer alır. Aşevleri, eski tabirle âyende ve revendenin yani gelen ve geçenin bedelsiz olarak karınlarını doyurabildiği mekânlardır. Günümüz modern şehir tarihçilerinin tespitlerine göre, bugün olduğu gibi geçmişte de şehirler sakinlerini doyurabildikleri ölçüde nüfusları kalabalıklaşmıştır. Dolayısıyla bir şehirde hayrat bir eser olarak aşevinin olması hem insanların en temel ihtiyaçlarından birinin giderilmesi hem de gelir dağılımındaki eşitsizliğin önüne kısmen de olsa geçilmiş olması anlamına geliyordu. Cami, medrese ve aşevinden sonra şehrin merkezinde yine vakıf kültürünün eseri olarak bedestenleri görürüz. Bedestendeki dükkanlardan gelen kiralar vakıfların esas gelir kaynaklarını oluşturur. Çünkü bu kaynak, vakıf hizmetlerinin sürekliliği için gerekli bir akardır. Şu hususun altını kalın çizgilerle çizmekte fayda var, vakıf ruhunda, vakfı kuran kişi tarafından mutlaka gelir getirici bir gayrimenkulün bağışlanması şarttır. Gelir getirici bir taşınmazın var olması, vakfın varlık sebebi olan hizmetlerin masraflarının karşılanması açısından elzemdir. Böyle bir mekanizma sayesinde hem halktan sürekli yardım toplamanın önüne geçilmiş olur hem de vakıf hizmetlerinde sürdürülebilirlik ve öngörülebilirlik sağlanmış olur. İşte bu yüzden vakıflar, mal topluluğu; dernekler ise insan topluluğu olarak kabul edilmiştir. İslam şehirlerini başka medeniyet havzalarındaki şehirlerden ayıran en önemli hususlardan bir tanesi şehrin ilmek ilmek, bir dantel gibi vakıf eserleriyle bezenmiş olmasıdır. Cami etrafında şekillenmiş olan bu yapı grubuna ek olarak dul hanımların iaşe ve ibatelerinin temin edildiği erâmilhaneleri de sayabiliriz. Ayrıca şehrin her bir köşesine serpiştirilmiş olan ve mimari açıdan her biri bir sanat eseri olan sebiller, çeşmeler ve kuş saraylarını da zikretmek gerekir. Bu şekilde inşa edilmiş şehirleri birbirine bağlayan ana ticaret yolları üzerine kurulan olan kervansaraylar da Müslüman memleketlerine seyahat eden yolcuların din, dil ve etnik kökenine bakılmaksızın bilabedel misafir edildiği en insancıl yapılardır. Bu açıdan bakıldığında da İslam şehirlerinin önemli özelliklerinden bir tanesi çoğulculuktur ve her zaman farklı dine, mezhebe ve ırka mensup insanların huzur içinde birlikte yaşamalarına imkân tanımış olması bir diğeridir. Kısaca İslam şehirleri, derûnunda metafizik referansları olan bir bilgi ve düşünce sistemi ile kadim bir ontolojik geleneğe yaslanan şehirlerdir. Dört bir köşesinde, her canlıya karşılıksız hizmet şiarıyla kurulmuş ve incitmeden paylaşma zarafetini yansıtan yapılara rastlamak mümkündür. 

Allah’ın emri üzerine Allah’a kulluk maksadıyla inşa edilen ilk mabet (Âl-i İmran, 3/96.) ve Müslümanların kıblesi olan Kâbe’nin bulunduğu Mekke, Kur’an’da “Ümmü’l-Kura” olarak nitelendirilmiştir. Peygamberimiz’in (s.a.s.) hicret etmesiyle birlikte Yesrib olan şehir de Medine-i Münevvere’ye dönüşmüştür. İki şehrin hikâyesinden ve dönüşümünden bahseder misiniz? 
Birçok coğrafya tarihçisine göre Mekke, coğrafi konumu açısından dünyanın merkezi olarak kabul edilmiş bir şehirdir. Belki de bu yüzden Ümmü’l-Kura, yani şehirlerin anası olarak anılır. İnsanlık tarihinin başlangıcındaki ilk mabedin, Kâbetullah’ın inşa edildiği Mekke son hak din olan İslam’ın doğuşuna da ev sahipliği yapmıştır. İnsanlık tarihinin kadim ticaret yollarından biri olan Şam-Yemen ticaret yolunun üzerinde oluşu da ona ayrı bir önem kazandırmıştır. Kuzeyden güneye, güneyden de kuzeye giden kervanların mutlaka uğradığı bir şehir olması hasebiyle ticaret yönünden hep hareketli ve zengin olmuştur. Özellikle Hz. İbrahim’den (a.s.) itibaren insanların haccetmek için fevc fevc akın ettiği Mekke aynı zamanda kıyamete kadar devam edecek son vahyin, Kur’an’ın nazil olduğu bir şehirdir. Daha birçok özelliği ile sadece dinî açıdan değil siyasi, ekonomik ve ticari açıdan Hicaz bölgesinin kalbi niteliğinde olan Mekke tevhidin de merkezidir. Fahrettin Razi tefsirinde Ümmü’l-Kura ifadesi için “tüm dünyanın kıblesi” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Nasıl ki hac esnasında tüm insanlar Kâbe’nin etrafında tavaf ediyorlarsa tüm şehirler de Mekke’ye göre kendini konumlandırmıştır. Yani Mekke bir ana şehir, diğer tüm şehirler ise onun etrafında oluşmuş şehirlerdir. Mekke’nin ayrı bir özelliği de zemzeme ev sahipliği yapıyor olmasıdır. Bir beldede bitmeyen bir su kaynağının olması orada bir medeniyetin varlığına işaret eder. Çünkü tarihe baktığımızda bütün medeniyetlerin suyun etrafında inşa edildiğini müşahede ederiz. Geçmişten bugüne siyasi ve ticari bir merkez oluşu, Kâbe’ye, zemzeme ve vahye ev sahipliği yapmasıyla ve tabii harem bölgesi olmasıyla Mekke, medeniyet tarihimiz açısından hep merkezî bir konuma sahip olmuştur.

Adı Yesrib iken “aydınlanmış şehir” anlamına gelen ve Medine-i Münevvere olan şehir ise Mekke’ye göre daha düz bir coğrafyaya sahip olup Hz. Peygamber’le birlikte Mekke gibi o da harem bölgesi olmuştur. Tâbe, Taybe, Tayyibe gibi isimleri de olan Medine iyi şehir, güzel şehir anlamını taşır. Sevgili Peygamberimize (s.a.s.) ev sahipliği yapmasıyla daha da güzelleşen bu şehirde günümüze dek ulaşan köklü İslam medeniyetinin temelleri atılmıştır. Hicretiyle birlikte insanlığa yeni bir inanç ve düşünce sistemini aktaran Peygamberimiz (s.a.s.) Mescid-i Nebevi’yi inşa ederek İslam şehrine ve medeniyetine ömrünün son demine kadar şekil vermiştir. Bu sayede İslam’ın Medine gibi bir şehir devletinden büyük bir cihan mefkûresine dönüşmesinin temelleri burada atılmıştır. Dolaysıyla Medine, İslam şehirlerinin oluşmasına ilham kaynağı olan bir şehir olmuştur.

Şehirler insanların bir arada yaşadığı, ilişki içinde olduğu, ticaret yapıp ürettiği dinamik bir yapıya sahip mekânlardır. Peki, şehir ve insan arasında nasıl bir ilişki vardır?

Şehirle insan arasındaki ilişkiyi sanırım karşılıklı etkileşim ve dinamizm kavramlarıyla tarif edebiliriz. Şehir insanı, insan da şehri etkiler ve karşılıklı bir etkileşim meydana gelir. İçinde yaşanılan şehir, insanın psikolojisini, olaylara ve hayata bakışını, dünya görüşünü etkilerken insan da aynı şekilde ihtiyaçları doğrultusunda, bilgi birikimiyle o şehri etkiler, imar ve inşa eder, şekillendirir. Şehir hayatı bâdiye dediğimiz kırsal hayata göre çok daha hızlı, aktif ve dinamiktir. Güneşin doğduğu her sabah bir yenilenmeyle başlar şehir hayata. İnsan da sabit kalan bir varlık değildir, o da şehrin değişimi ve gelişimine benzer şekilde hayatı boyunca değişim, gelişim ve yenilenme hâlinde olmuştur. Şehirler, belirli kurallar dâhilinde insanların birlikte yaşamak zorunda olduğu mekânlardır. Dünya hayatının doğrusuyla yanlışıyla, iyisiyle kötüsüyle sahnelendiği yerler olan şehirlerde iyilikler ve kötülükler bir arada yaşanır ve bu da aslında bir bakıma insanı hayata hazırlar, olgunlaştırır. Bu sürece katkı sunması açısından ise mezarlıkları örnek verebiliriz. Şöyle ki; medeniyetimizde mezarlıklar şehrin içinde yer almıştır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) Mescid-i Nebevi’yi inşa ettikten sonra hemen yanında Cennetü’l-Baki mezarlığını yaptırmıştır. Dört Halife dönemi, Abbasiler, Emeviler, Selçuklu, Osmanlı ve bütün Müslüman Türk devletlerinin bıraktığı eserlere baktığımızda bunun devam ettirildiğini görebiliyoruz. Mezarlıklar, şehrin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bunun arka planında ise İslam’ın şehir sakinlerine dünya-ahiret dengesine dayalı bir hayat tarzını öğütlediğini görüyoruz. Kişi böylelikle gündelik hayatın akışı ve karmaşası içinde mezarları da görerek birtakım şeyleri hatırlayacaktır. Söz gelimi bir esnaf, terazisini kaldırdığı zaman iki kefe arasından mezarı görecek ki tartıda bir yanlışa düşmesin, ölümü hatırlasın. İşte İslam şehri bu gibi unsurlarıyla dengeli bir mümin inşa etmeyi hedefler. Kişinin Allah ile, tabiat ile, çevresi ile, dünya ve ahiret ile ilişkisi bir mizan, bir denge üzeredir.

Şehirler sakinlerinin inancı, kültürü ve sanatının şekillendirdiği toplumsal yapılardır. İslam şehirleri de kendi medeniyet değerleri ekseninde vücut bulmuştur. Buhara, Semerkant, Şam ve Kudüs gibi İslam şehirlerinden hareketle İslam şehri dediğimizde öne çıkan özellikler neler olmuştur?

Her medeniyetin ontolojik referansları ve estetik tasavvuru vardır. Bizim medeniyetimize de “Allah güzeldir, güzel olanı sever.” inancı yansımıştır. Dolayısıyla şehirlerimiz, İslam’ın estetik anlayışının belki de en güzel hâliyle yansıtıldığı yerlerdir. Yani şehirler, barınmanın ve temel ihtiyaçların karşılandığı yapıların yanında estetik anlayışın da icra edildiği yapıları bünyesinde barındırır. Âlimlerimiz insanoğlunun ihtiyaçlarını üç kategoride ele almıştır:  Zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât. Yeme içme gibi insanın yaşamını idame ettirebilmesi için zaruri olan ihtiyaçlar yanında evlilik gibi gerekli ama o olmadan da hayatın idamesi mümkün olan hâciyyât cinsinden ihtiyaçlar vardır. Bunların ötesinde bir de tahsîniyyât dediğimiz estetik boyutun devreye girdiği ihtiyaç türü vardır. Mesela, insanın hayatta kalabilmesi için korunaklı bir barınağa, bir meskene ihtiyacı vardır. Bu kısım zarûriyyat ve hâciyyâttır. Ancak meskenin yapı malzemesi, konumu, tavan yüksekliği, işlemesi, süslemesi, tefrişatı, bahçe ve çevre düzeni, vb. teferruatlar artık işin tahsîniyyât boyutuna geçildiğine işaret eder ki sanat da burada başlar. Diğer taraftan insanoğlunun doyurulması en güç ihtiyaç kategorisi de bu üçüncü kısımdır. İslam şehirleri, sadece zarûriyyat ve hâciyyât dediğimiz pencereden bakılarak inşa edilen yapılardan müteşekkil değildir. Medeniyetler şehirlerindeki uzun ömürlü sanat eserleriyle meydan okur aslında. İslam şehirlerinde de Müslüman sanatkârlar ve zanaat ehli, eserlerinde estetik olarak en güzeli ortaya koymaya çalışmış, taşa ve ahşaba şekil verirken nakışlarında âdeta Allah’ı aramış ve taklitten sakınarak zamana meydan okuyan özgün eserler üretmişlerdir. Allah’ın ezelî ve ebedî sıfatlarını yansıtmaya çalışan süsleme sanatlarıyla bezenen yapılardan müteşekkil şehirlerdir İslam şehirleri. Buhara, Semerkant, İstanbul, Şam, Kudüs ve Kahire şehirleri bunun en güzel örnekleridir. Âdeta müze-şehir olarak tarif edilebilecek bu şehirlerde İslam medeniyetinin karakteristik özelliklerini en güzel hâliyle yansıtan mekânlar da yine cami merkezli külliyelerdir.

Konumlarıyla, süslemeleriyle, doğal ışıklandırmalarıyla, uzun ömürlü oluşlarıyla ve tabii ki geleneksel İslam sanatlarının icra edildiği yapılar olması hasebiyle yüzük taşı diye tabir edilen güzellikte mabetlerimiz vardır bizim. Ancak bütün bunlara ilaveten şu noktanın da altının çizilmesi gerekir; İslam şehir mimarisinde İslam sanatları en güzel şekliyle icra edilirken şaşaa, gösteriş ve debdeben uzak durmaya da gayret gösterilmiş, sadelik ve fonksiyonellik ön planda tutulmuştur. Son olarak geleneksel Osmanlı mimarisinde din ve devlete ait yapıların taştan, şahsi ikametgâhların ise ahşaptan yapılmış olmasını, din ve devletin kalıcılığına, şahısların da fâniliğine bir vurgu olarak kabul etmek mümkündür. 

Şehirler yaşayan organizmalardır. Her şehir, içinde bulunduğu çağın ruhunu yansıtır. Bugün değişime uğramış şehirlerimizde geçmişin ruhunu hissedebilmek pek mümkün değil. Dünden bugüne şehirlerde ve şehir algımızda ne değişti, şimdinin şehrini nasıl tanımlarsınız?

Bu soruyu hem gerçek anlamıyla hem de manevi anlamda bir çevre kirliliği düzleminde ele almak mümkündür. Şöyle ki çevre kirliliği aslında insanın duygu ve düşünce dünyasının kirlenmesinin bir sonucudur. İnsanın iç dünyası kirlendiğinde; yani bencilliği kişiliğini kuşatıp daha fazla kazanma hırsı gözünü bürüdüğünde doğal kaynakları hızla ve düşüncesiz bir şekilde tüketir. Malumunuz, iktisat: “Sınırlı tabiat varlıkları ile sınırsız insan istekleri arasında denge sağlamayı amaçlayan ilim dalıdır.” Dolayısıyla tabiatın kaynakları sınırlı ve sonludur, nefis terbiyesinden yoksun insanların isteklerinin ise sonu yoktur. İşte modern şehirlerin aşırı kalabalık, nefes almakta güçlük çektiğimiz kaotik yapılarını da insanın iç dünyasının kirlenmesinin bir yansıması olarak okuyabiliriz. Nitekim daha çok satış, daha çok kâr amacıyla yapılan devasa binalar yüzünden medeniyetimizin önemli bir özelliği olan yatay mimariden dikey mimariye geçtik. Bunu da neredeyse hiçbir estetik kaygı gözetmeden yaptık. Şehirlerimizin âdeta silüeti değişti. Kubbelerle güzelleşen Müslüman şehirlerin mimarisine kuleler-gökdelenler galebe çalar hâle geldi. Şehrin alametifarikası olagelen camiyi merkezden çıkarıp yerine alışveriş merkezi koyduk. Bu durum bize,  bir şeylerin yanlış gittiğini haber veriyor. Tevhid anlayışının bir yansıması olan cami merkezli şehirlerimizin, dünyevileşmenin etkisiyle insana kasvet veren yapılardan müteşekkil mekânlara dönüştüğünü, geleneksel şehir anlayışından hızla uzaklaştığımızı üzülerek müşahede ediyoruz. Bu durumun en büyük sıkıntısını belki de bizden daha çok gelecek nesiller yaşayacak. Bu açıdan bu ortak sorumluluk hepimize ait ve şehirlerimizin yeniden medeniyet değerlerimizi yansıtan yaşam alanları hâline gelmesi için elzem olan tedbirleri ivedilikle almamız gerekiyor. 

Başkanlığımız cami mimarisine yönelik son yıllarda birtakım yeni çalışmalar içerisine girmiş bulunmaktadır. Bize bu uygulamalardan bahseder misiniz?

Diyanet İşleri Başkanlığı ve akademi ortaklığıyla yürütülen hummalı bir çalışmanın sonucunda cami mimarisiyle alakalı yeni bir yönetmelik hazırlandı. Ülkemizde cami inşası ile ilgili hususlara bir standart getirmeyi hedefleyen bu çalışma ile hangi bölgede ne büyüklükte bir camiye ihtiyaç olduğu ve bu caminin hangi fonksiyonel özellikleri taşıması gerektiği gibi konular artık belirli esaslara bağlanmış oldu. Camilerimizi gerek engelli vatandaşlarımızın gerekse hanımların kolaylıkla erişim sağladığı ve huzur içerisinde ibadetlerini yapabildiği mekânlar hâline getirmeyi amaçladık. Acil çıkışlar, yeterli kapasitede kapalı otoparklar, çocuklar için ferah oyun alanları bu çalışmada göz önünde bulunduruldu. Başkanlığımız bu çalışmaları sahada uygulamak suretiyle cami merkezli şehirlerimizin yeniden imar ve inşasına çok büyük katkı sunmuş olacaktır. Belki de bu noktada Başkanlığımızın yurt dışında klasik tarzda inşa etmiş olduğu modern külliyelerden bahsetmek yerinde olacaktır. Bunun en güzel örneklerinden birisi Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en büyük merkezimiz olan “Diyanet Center of America”dır. Washington yakınlarında yaklaşık 60 dönümlük arazi üzerinde inşa edilen, girişinde ve çıkışında kapısı olmaması hasebiyle âdeta iki kapılı han misali dünya hayatını simgeleyen bir külliyeden, bir medeniyet mühründen bahsediyoruz. İçerisinde camisi, Türk hamamı, Kur’an Kursu, spor merkezi ve restoranı mevcut olan bu külliyede ayrıca geleneksel Safranbolu evleri mimarisinin özelliklerini taşıyan 10 tane de konak bulunmaktadır. Yukarıda zikrettiğimiz karakteristik özelliklere sahip, görülmeye değer bu merkezle aslında medeniyetimizin ruhunu ete kemiğe bürünmüş hâliyle Kuzey Amerika’ya yansıtmış olduk. Bir Batı Afrika ülkesi olan Gana’nın başkenti Akra’daki “Furkan Camii” de bu anlamda çok önemli bir yapıdır. Bu külliye, içerisinde dünya hayatının başından sonuna kadar insanı ilgilendiren her alanda kurumların olduğu kompleks bir yapıdır. Okuluyla, mektebiyle, çarşısıyla, aşeviyle; doğumhanesinden morguna kadar aklınıza gelebilecek bütün müesseseler bir aradadır ve Batı Afrika’da âdeta mini bir İslam şehri inşa edilmiştir. Elbette Başkanlığımız yürütmekte olduğu bu tür imar ve inşa faaliyetlerini hamiyetperver insanımızın özverili katkılarıyla gerçekleştirmektedir ve Allah’ın izniyle kadim medeniyet değerlerimizi dünyanın birçok bölgesine taşımaya ve yaşatmaya devam edecektir.  

Editör: Mehmet Çalışkan