Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ

Hocam, bazı çevrelerce Hz. İsa başta olmak üzere tarihî şahsiyetlerin varlıkları tartışmaya açılıyor. Buna bağlı olarak “Hz. Muhammed yaşayan bir kişilik miydi?” sorusunu gündeme getiriyorlar. Acaba bu tür tartışmalar din karşıtlarının bir yöntemi mi? Yani dini getiren ve öğreten şahsiyet üzerinde şüphe oluşturarak tümüyle dini şaibeli hâle getirmeyi mi hedefliyorlar?
Normal şartlarda dönüp bakılacak bir soru değil. Provokasyon kokuyor. Aklı başında bir bilim adamı ve tarihçi böyle bir soruya değer bile vermez. Çünkü soru sorunlu. İslam’ın en büyük rakibi olan Yahudi, Hristiyan ve Mecusiler bile böyle bir soru sormamışlar. Ama yeni yetme ateistler, gençleri ve bilgi yoksunu kişileri aldatmak için bu tür yöntemler kullanıyorlar. Özellikle dini doğru öğrenmemeyi ve din hakkında cahilliği “aydın olmak” zanneden bazı kafaların, böyle temelsiz, gereksiz ve geçersiz sorulara sarılmalarına alıştık artık. Sorularında samimi olsalar başımız üzerinde yerleri var.

Hocam konuya gelsek. 

Evet, gelelim konuya. Öncelikle ortaokul ve lise düzeyinde bir tarih bilgisine sahip kişi böyle bir soru sormaz. O düzeyde tarihi bilenler, en azından Anadolu tarihini bilirler. Anadolu’ya kimlerin yerleştiği, hangi savaşların yapıldığı, kimlerin gelip geçtiği tarihte bellidir. Müslümanların Anadolu topraklarına ulaşması Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından yedi yıl sonra, II. Halife Hz. Ömer zamanındadır. Diyarbakır, Urfa ve Gaziantep 18/639’da fethedildiler. Bu tarihlerde Müslümanlar eskiden Mezopotamya/Cezire denilen Fırat ve Dicle arası ile Toroslara kadar Şam bölgesini fethetmişler; kırk yıl geçmeden Hz. Peygamber’in vahiy kâtiplerinden olan ilk Emevî halifesi Muaviye zamanında İstanbul’u kuşatmışlardı. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicrette evinde misafir olduğu Hz. Ebu Eyyûb el-Ensari o kuşatmaya katılmış, şehit düşmüş (49/669), surlara yakın bir bölgeye defnedilmiştir.  

Fakat söyledikleriniz sadece Anadolu’yla alakalı.

Efendim, başkaları da var. Yine Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından on yıl geçmeden İran, ve Mısır’ın tamamı Müslümanların eline geçmiştir. Dönemin iki güçlü rakip devletinden biri olan İran Müslümanlar tarafından tarihten silinmiş; ikincisi olan Bizans önemli ölçüde toprak kaybetmiş, Anadolu içlerine kadar çekilmeye mecbur bırakılmıştır. Tarih kitaplarının bu olaylardan bahsetmediğini kimse söyleyemez. 

İyi de biz Hz. Peygamber’i soruyoruz, siz bize ondan sonraki gelişmeleri anlatıyorsunuz.

Tarih sürekliliktir yani birbirini takip eden olgu ve olaylar zinciridir. İlk insan Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yaratılmasına, insanlık tarihinin sıfır noktası diyebiliriz. Onlardan sonra gelenlerin mutlaka bir öncesi ve öncüleri vardır. İslam tarihinde her şey Hz. Ömer’le başlamıştır, diyemeyiz. Çünkü onun öncesinde Hz. Ebu Bekir ve birçok sahabe vardı. Öte yandan eğer Hz.

Ömer’le başlatsak bu takdirde İslamiyet’in ona nispet edilmesi gerekmez mi?

Hocam öyle bir şey söylenemez zaten.

Öyleyse Hz. Ömer’in bir öncesi vardı. Onun zamanındaki fetihlerin başlangıç noktası Mekke’de ardından Medine’de peygamber olarak yaşayan ve getirdiği İslam’ı hem bildiren hem de uygulayan Hz. Muhammed Mustafa’ydı (s.a.s.). Hz. Ömer ve diğerleri, onun sohbetinde yetişmiş dostlarıydı. Öyleyse İslam onunla başlamış ve peygamber olarak onun adına devam etmiştir. Kur’an’daki şu ifade Hz. Peygamberin (s.a.s.) konumunu çok iyi bildirmektedir: “De ki: ‘Ben sizin gibi bir insanım. Şu var ki ilahınızın tek bir ilah olduğu bana vahyolunuyor.’” (Kehf, 18/110.) Demek ki onun üstünde de Yüce Allah var.

Peki, bu ilk Müslümanların bütün dertleri fethetmek ve toprak ele geçirmek miydi? 

Kesinlikle hayır. Müslümanların önceliği İslam’ı özgürce ve özgünce yaşamak, buna tehdit oluşturanlara karşı tedbir almak ve meşru müdafaada bulunmaktır. Söz gelimi Bizans cihetinden Müslümanlara yönelik ilk tehdit Hz. Peygamber zamanında gelmiştir. Buna karşılık Hz. Peygamber tedbir almış, hayatının son zamanlarında Arap Yarımadası’nda oluşturulabilecek otuz bin kişilik en büyük orduyu oluşturmuş ve sefere çıkmıştır. Tebük’e yapılan bu seferde savaş olmamış ve Müslümanlar Medine’ye dönmüştür. Eğer Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bütün derdi savaşmak olsaydı böyle bir ordu toplamışken mutlaka savaşa girerdi, etrafı yakar yıkardı. 

Hz. Peygamber’in böyle bir seferi varsa neden Müslümanlardan başkası bahsetmez? 

Tarihçiler, daha çok savaş veya başka olaylarla büyük toplumsal ve coğrafi değişimleri kayda geçirdiklerinden herhangi bir devletin otoritesi altında olmayan Arap Yarımadası’nda cereyan eden ve büyük bir değişikliğe neden olmamış olayları kayda geçirmeleri beklenmez. Ancak daha Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanından itibaren gelişmeler Arap Yarımadası’nın dışına taşmış ve büyük devletlerin sınırlarını yeniden belirleyen bir boyuta ulaşmıştır. Bu olaylar Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemden çok uzak değil, beş altı yıl sonra cereyan etmiştir. Nitekim anılan olayların yaşandığı tarihe yakın kaynaklar bunlara yer vermektedir. Günümüz dünya tarihini yazanlar da bu gelişmelerden bahsetmektedirler. 

Öyleyse böylesi gereksiz ve temelsiz sorular neden sorulur?

Batı’da ortaya çıkan deist ve ateist din karşıtı akımlar kendilerine alan açmak ve konumlarını güçlendirmek için dinler hakkında şüphe oluşturacak birtakım faraziyeler üretmektedirler. Bu tür faraziyeler sadece Hz. Muhammed (s.a.s.) değil, Hz. İsa hakkında da ortaya atılmıştır. Hz. İsa gibi önemli bir şahsiyet varsa neden Roma ve Bizans kaynakları bahsetmiyor diye bir tartışma başlatılmıştır. Bunların söylemlerinin, insanı ve sosyal yapıyı dikkate almaksızın doğrudan kuşku oluşturmaya yönelik olduğu çok açıktır. Doğrudur, Hz. İsa büyük bir insandır, çünkü bir peygamberdir. Ancak o dönemdeki Roma’nın coğrafi büyüklüğü düşünüldüğünde, Kudüs bölgesinde dar çerçeveli ve Yahudiler sayesinde kısa zamanda âdeta boğulmuş bir hareketin o dönemin tarih kitaplarına girmesi zaten beklenmezdi. Ne zaman ki Hz. İsa’nın öğretisini takip eden Hristiyanlar büyük kitlesel başarılar elde ettiler hatta Bizans’ı dize getirip Hristiyanlaştırdılar, tarihçiler onlardan bahsetmeye başladı. 

Hz. Peygamber’in durumu nedir?

Hz. Peygamber, Hz. İsa’dan farklı olarak önemli sosyal ve askerî başarılara imza atmış ve Arap Yarımadası’nın neredeyse tamamı onun liderliğini kabul etmişti. Yukarıda zikredildiği gibi vefatından on yıl geçmeden kurduğu devlet eliyle İran İmparatorluğu tarih sahnesinden silinmiş, Bizans ise Anadolu ve Balkanlarla sınırlı bir imparatorluğa dönüşmüştü. Bütün bunlar Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yaşadığının en önemli kanıtlarıdır. Daha önemlisi Hz. Peygamber’in getirdiği Kur’an ilk halife Hz. Ebu Bekir döneminde toplanıp kitap hâline getirilmiş, Hz. Osman döneminde çoğaltılarak başkent Medine dışında birçok coğrafyaya gönderilmiştir. Bugün hâlâ mevcut olan Hz. Peygamber’in yaşadığı döneme yakın Kur’an nüshalarının varlığı, sahabeden itibaren söylediği sözlerin kayda geçirilmesi ve ilk yüzyıla ait şahsiyetini konu edinen eserlerin elimizde bulunması yine önemli yazılı kaynaklardır. Biraz tarih bilgisi ve kütüphane tecrübesi olan bir kişi, bunları bilir ve anlar. Son olarak kıymetini düşürmek için o dönem bazı tarihçilerin ve muhalif din mensuplarının bu tür gelişmeleri belli bir süreliğine göz ardı etmeleri de söz konusudur. Nitekim Hz. Peygamber’den 50 yıl sonra yaşamış olan Hristiyan kilise babası Yuhanna ed-Dımeşkî (ö. 749) isim vererek bir eleştiri kitabı yazmıştır.

Editör: Mehmet Çalışkan