Prof. Dr. Recep ŞENTÜRK
İbn Haldun Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi

Neden şehir? 

İslam din ve medeniyeti, neden kendi şehir anlayışını somutlaştırdığı Medine’de inşa edilmiştir? Çünkü şehir -tüm meydan okumalarına, iptila ve imtihanlarına rağmen- İslam’ın en iyi yaşandığı ortamdır. Öncelikle Hz. Peygamber (s.a.s.), ruhbanlığı ve manastır hayatını yasaklayarak takvaya yeni bir anlam yüklemiş ve dindarlığa yeni bir form kazandırmıştır. Önceki dinlerde, toplumdan uzakta ruhbanlık dindarlığın zirvesi kabul edilirken İslam’da toplum içinde ahlaklı bir hayat sürmek ve iyiliğin hâkim olması için mücadele etmek takvanın zirvesi kabul edilmiştir. Türkçemizdeki “Şehirdeki veli dağdaki veliden daha üstündür.” deyişi de bu yaklaşımı yansıtır.  

İkinci olarak bazı ibadetler sadece şehirlerde yapılabilir. Bunların en önemlisi namazların en efdali olan cuma namazıdır. Cuma namazının sevabından mahrum kalmak istemeyen bir Müslüman, şehirde yaşamak zorundadır. Cuma namazının sadece şehirlerde kılınabilir olması, şehre Allah tarafından verilmiş bir imtiyazdır. Cuma namazı yerleşim mekânına âdeta ruh üfler, büyük bir manevi eşik atlatır, onu yüceltir ve Allah ile ilişkisinde başka bir seviyeye taşır. Cuma namazı ile mekân şehir olur, ruh ve kimlik kazanır. Cuma namazı, bütün şartlarıyla eda edildiğinde, şehirdeki toplumsal örgütlenme, yönetim ve hiyerarşi kemaline ermiş olur. Cuma namazıyla sadece mekân şehir olmaz, aynı zamanda kalabalık topluma, yığın cemaate, kitle ümmete dönüşmüş olur. Böylece ümmet şehri, şehir de ümmeti inşa eder. 

Üçüncü olarak Müslümanların beş vakit namazda yüzlerini döndükleri kıble bir şehirdir: şehirlerin anası (ümmü’l-kura) olan Mekke. Mekke yeryüzündeki ilk şehirdir. Sadece Müslümanların kıble merkezi değil, aynı zamanda hac için tüm dünyadan Müslümanların oluk oluk gittikleri bir şehirdir. Mekke’yi dünyanın kalbi ve kıblesi yapan oradaki mukaddes mabettir: Kâbe.  
Dördüncü olarak Allah Teâlâ’nın mukaddes kıldığı üç mekânın üçü de şehirdir: Mekke, Medine ve Kudüs. Üçünde de önemli bir mabet vardır: Mekke’de Kâbe veya Mescid-i Haram, Medine’de Mescid-i Nebevi ve Kudüs’te Mescid-i Aksa. Bu şehirleri önemli ve üstün kılan, oralardaki kutsal mabetler ve o mabetlerde eda edilen ibadetlerdir. Bu yüzden sadece bu üç şehre ibadet için yolculuk yapılabilir. 

Bu üç mukaddes şehir, bize İslam şehrinin -meşhur sosyolog Weber’in ifadesiyle-“ideal tipini” sunar. Bu üç şehri anlamadan “İslam şehri”nin ne olduğu anlaşılamaz. Ancak “İslam medeniyetinin kendine has bir şehir planı ve anlayışı yoktur.” diye iddia eden birçok Batılı oryantalist ve sosyolog gibi Weber’in kendisi de bunu gözden kaçırmıştır. İslam şehri üzerine yapılan sosyolojik ve tarihî çalışmalar, bunu hesaba katmadıkları ve sadece maddi yapılanmaya odaklandıkları için satıhta kalmıştır. Bu kısır yaklaşım, metnin lafzına odaklanıp manayı göz ardı etmeye veya bedene odaklanıp ruhu görmezden gelmeye benzemektedir. Hâlbuki şehir bir metindir ve her metin gibi o da nazm (somut yapı) ve manadan (soyut anlam) oluşur. Şehrin İslam medeniyetindeki felsefe, fıkıh ve tasavvuftaki anlamını ve ahkâmını bilmeden İslam şehrinin nazm ve manasını anlamak imkânsızdır. 

Üç mukaddes şehir olan Mekke, Medine ve Kudüs yoluyla İslam din ve medeniyetinin insanlığa verdiği mesaj şudur: Mabetsiz şehir olmaz; ibadetsiz ve duasız bir mekân, şehir değildir. Şehir olmanın ön şartı Allah ile kurulan kuvvetli bir bağlantıdır; Allah’ın rızasına uygun ahlaklı ve adaletli sosyal ilişkiler ve toplum düzenidir. Bunun en somut ifadesi de oradaki mabet ve bir toplum ibadeti olan cuma namazıdır. 

Bu yüzden İslam medeniyetinin yayılışı şehirleşmeye hız kazandırmıştır. Müslümanlar bir yandan eski şehirleri yeniden ihya ederken diğer taraftan da Bağdat ve Fustat gibi birçok yeni şehirler kurmuşlardır.  Bu şehirlerin ortak özelliği abidevi mabetlere sahip olmalarıdır. 

Şehir planları: organik ve geometrik şehirler 

Şehir planlamacılığında en önemli faktörler arasında ulaşım vardır. Ulaşımın nasıl gerçekleşeceği yolların nasıl planlanacağını belirler. İslam şehirlerinin planı, kökleri Yunan ve Roma dönemine dayanan antik Batı ve modern şehirlerinde olduğu gibi geometrik değil organiktir. Antikitede kurulan Batı şehirlerinde araba kullanıldığı için düz ve geniş yollara ihtiyaç hâsıl olmuştur. Ayrıca yolların düz bir çizgi hâlinde ilerlemesi tercih edilir. Eski Yunan ve Roma’da arabaya binmek büyük bir statü göstergesiydi. Krallar araba ile yolculuk ederlerdi. Mitolojide tanrıların arabalarının olduğuna inanılır. 

Eski Yunan ve Roma’da yaygın olarak kullanılan tekerlekli ulaşım aracı olan araba, daha sonraki dönemlerde külfetli olduğu için yerini binek hayvanlarına bırakmıştır. (Richard W Bulliet. The Camel and the Wheel, Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1975; Recep Şentürk, “Deve ve Tekerlek: Organik ve Geometrik Şehir”, Yol Kültürü, 1998 (2), pp. 60-78.) Ayrıca araba üzerindeki askerler, savaşlarda at üzerindekilere nispetle daha çevik hareket edememişlerdir. Bu yüzden antikitenin sona ermesine paralel olarak arabadan at kullanımına doğru bir geçiş söz konusudur. 

Araba kullanımı geometrik şekiller içeren şehir planlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu durum antikitedeki şehirlerde görüldüğü gibi ulaşımın arabayla yapıldığı modern şehirlerde de çok barizdir. Modern dönemde araba kullanımın yaygınlaşmasıyla antik mitolojideki tanrı kurgusu âdeta bu dünyada sıradan insanlar tarafından gerçekleştirilmiş gibi oldu. 
Ancak İslam şehirlerinde, arabadan ziyade at ve deve gibi binek hayvanları kullanıldığı için geometrik yollara ihtiyaç olmamıştır. Müslümanlar ulaşımda, taşımada ve savaşlarda genellikle araba değil, at ve deve gibi hayvanlar kullanmışlardır. Tekerleğin kullanımı düz yollara ihtiyaç doğurur. Klasik Arapçada araba anlamına gelen kelime bulmak zordur çünkü Araplar, genel olarak doğu toplumları araba kullanmıyorlardı; araba yerine kullanımı ve bakımı daha kolay ve daha az masraflı olan deveyi tercih ediyorlardı.

İslam şehrinde merkezde mabet vardır ve diğer dünyevi faaliyetler mabedin etrafını çevrelemiştir. Mabedin etrafında çarşı, medrese ve mezarlık vardır. Böylece din ve dünya, ibadet ve ticaret, ilim ve din, dünya ve ahiret birlikteliği sembolik olarak şehir planında ifade edilmiş olur. 

Şehir felsefesi: Farabi ve Erdemli Şehir 

Büyük filozof Farabi (870-950) ömrünün sonlarına doğru şehir felsefesi ve sosyolojisi konusunda müstakil bir kitap yazmıştır: Erdemli Şehir (el-Medinetü’l-Fazıla). Bu eserinde Farabi şehirleri sakinlerinin inanç ve ahlaklarına göre üç gruba ayırarak tasnif eder: Erdemli şehir, cahil şehir ve şaşkın şehir. 

Erdemli şehir, sakinlerinin mutlak hak ve hakikatin bilgisine sahip olduğu, sadece ve sadece dünyada ve ahirette saadete erişmek maksadıyla yardımlaştıkları bir şehirdir. Zaten dünyevi ve uhrevi saadete erişmek maksadıyla bir araya gelen her topluluk erdemli bir topluluktur. Bu topluluğun yaşadığı şehir, erdemli şehirdir. Erdemli şehirlerin oluşturduğu millet, erdemli millettir ve erdemli milletlerin oluşturduğu dünya da erdemli dünyadır. Erdemli şehir sıhhatli bir vücuda benzer. Sağlıklı bir bedende bütün uzuvlar onu hayatının sonuna kadar muhafaza etmek hususunda yardımlaşırlar. Ancak Farabi’ye göre biyolojik canlıların organlarının işlevlerini yerine getirmeleri tabii iken şehrin organlarının işlevlerini yerine getirmeleri “iradi”dir. İradeyi yönlendiren de ideoloji veya dindir. 

Erdemli şehrin mukabili olan şehirler şunlardır: Cahil şehir, fasık şehir, bozulmuş şehir ve şaşkın şehir. Farabi bu tasnifi yaparken ölçüt olarak şehir ehlinin hakikatin bilgisine, sahih bir ahlak ve ideale (dünya ve ahiret saadeti) sahip olup olmadıklarına bakar. Cahil şehir öyle bir şehirdir ki halkı, saadeti ne tanır ne de düşünür. Kendilerine anlatılsa bile ne onu kabul ederler ne de ona inanırlar. Onlar ancak sıhhat, servet, şehvet, serazat olmak, saygı ve itibar kazanmak gibi dış görünüşe hayatın tek gayesi nazarıyla bakarlar. İşte, bu şeylerin her biri cahil şehir halkınca birer mutluluk kaynağı sayılır. Onların en büyük saadetleri de bütün bu şeylerin bir arada ellerinde toplanmasıdır. Onlara göre en büyük mutsuzluk bunlardan mahrum olmaktır. 

Şehir sosyolojisi: İbn Haldun ve toplumun şehirle sınavı

İbn Haldun (1332-1406) ümran olarak isimlendirdiği medeniyeti toplum (ictimâ-ı beşeri veya ictimâ-ı insâni) olarak tanımlar ve göçebe (bedevi ümran) ile şehirli (hadari ümran) medeniyet diye ikiye ayırır. Mukaddime isimli meşhur eserinde, bir yandan göçebe toplulukları incelerken diğer yandan da şehirli toplulukları eleştirel bir gözle ele alır. Şehir hayatının sağladığı avantajlar yanında, alıp götürdüğü şeylere de dikkat çeker. 

Şehir hayatı, birçok bakımdan göçebe hayatına göre üstündür. Ancak şehir aşırı ve lüks tüketimin, yeme içmede israfın, gösterişin, soysal ve bedenî hastalıkların ortaya çıktığı bir ortam oluşturur. Göçebe hayatı bırakıp şehirlileşen bir topluluk şehrin sunduğu sınavlar karşısında dirençli davranmazsa şehir onların aralarındaki asabiyeti (birlik duygusunu) zayıflatır; dayanışma duygusu, bencilliğe; kanaat, açgözlülüğe ve hırsa mağlup düşer. 

Şehir, bir sınavdır. Şehir hayatı göçebe hayattan gelen toplumu güç, refah ve zenginlik sınavlarına tabi tutar. Bu sınavları başarıyla geçen toplum hayatını sürdürür. Ama genellikle toplumlar bu sınavlarda başarısızlığa uğrar ve paradoksal bir şekilde siyasi, ekonomik ve kültürel ilerleme toplumun çözülmesine, ahlakın erozyona uğramasına ve toplumun yok olmasına sebep olur. Bu süreçte tek direnç noktası, Allah’ın kanunlarına ve Allah Resulü’nün (s.a.s.) sünnetine uymaktır.  

İbn Haldun’a göre sadece ve sadece Allah’ın dinine sıkı sıkıya sarılan topluluklar şehir sınavında başarılı olabilirler; aksi takdirde onları bir araya getiren ve düşmanlarına karşı zafer kazanmalarına vesile olan asabiyeti kaybederek tarihe gömülürler. Yükselen refah, artan zenginlik ve güç “mütrefûn” olarak isimlendirilen birçok toplumun tarih boyunca helakine sebep olmuştur. Kur’an-ı Kerim, bunun birçok örneğinden bizi haberdar etmektedir. 

Müslümanların, -yukarıda Farabi ve İbn Haldun örnekleriyle kısaca ortaya koyduğumuz gibi- yeniden şehir felsefesi ve sosyolojisine İslami bir bakış açısıyla yaklaşmalarının, Batı şehirlerini mimari ve sosyal hayat açısından taklit edip kopyalamak yerine “gelenekli yenilikçilik” yaklaşımıyla modern hayatın icaplarını da hesaba katacak şekilde İslam şehrini yeniden ihya ve inşa çabasına girmelerinin zamanı gelip geçmiştir. Medeniyetimizin ihyası, medinelerimizin yani şehirlerimizin ruh ve beden olarak yeniden ihyasına bağlıdır.

Editör: Mehmet Çalışkan