Prof. Dr. Ayşe Sıdıka OKTAY
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Doğruluk, İslam ahlakında en temel erdemlerden biridir ve güvenilir olmak, iyilik, sözünü tutma, adalet, vefa, vakar, hilim gibi başka erdemlerin de açığa çıkmasına kaynaklık eder. Öyle ki Kur’an-ı Kerim’de sık tekrarlanan kişisel ve toplumsal erdemlerin neler olduğunu tespit etmek için yapılan bir araştırmada doğruluğun, sabırdan sonra en çok vurgulanan erdem olduğu görülmüştür. (Cafer Sadık Yaran, İslam’da Ahlakın Şartı Kaç?, Elif Yayınları, İstanbul, 2005, s. 112-113.) Doğruluk sadece ahlaki bir erdem olarak değerlendirilemez, o aynı zamanda insandaki iman amel bütünlüğünü, kişinin imanındaki samimiyetini gösteren söz ve eylemler olarak dışa da yansımaktadır.

Sözlükte doğruluk öncelikle “Doğru ve dürüst olma durumu, doğru olana yakışır davranış, dürüstlük, adalet” ve hemen sonrasında “Düşüncenin gerçekle uyuşması, yargı ve önermelerin gerçeğe uygun olması” şeklinde tanımlanmaktadır. Doğruluk veya doğru sözlülük “Hem ağzımızdan o an çıkan sözler ve yapılan konuşmalar hem geleceğe dönük olarak verilen sözler ve yapılan taahhütler hem de kalıcı olarak yazılan metinler ve eserlerdeki ifadelerin yalan değil doğru olmasıdır.” (Cafer Sadık Yaran, Müslümanın Edinmesi Gereken Ahlaki Erdemler, DİB Yayınları, Ankara, 2018, s. 47.) Dolayısıyla yalnızca şimdiki değil geleceğe yönelik yazılı olan veya olmayan sözlerimizin tümünü kapsar. Doğruluk yalnızca doğruyu söylemek ve buna uygun eylemler olarak tanımlansa da kavram esas itibarıyla söz, yargı, önerme, davranış ve eylemlerin nesnel gerçekliklere, evrensel hakikatlere, genel ahlaki değerlere uyum göstermesi, bunların ifadesi olma durumudur. Doğruluğun zıddı yalancılıktır ve hakikate aykırı olma hâlini dile getirir. 

Doğruluğun Arapça karşılığı olan sıdk kelimesi de benzer şekilde doğruluk, dürüstlük ve hakikate uygunluk anlamına gelmektedir. Nitekim “Bir şeyin objektif gerçekliği hak, bunun aslına uygun biçimde anlatılması sıdk kavramıyla ifade edilir. Hak, doğrunun nesnel yanı, sıdk ise sözün nesnel doğruya uygunluğudur.” (Mustafa Çağrıcı, Sıdk, DİA, c. 37, s. 98.) cümlesiyle doğruluğun hakikate bağlılığı vurgulanır. Ancak hakikate uygunluk sadece sözün objektif gerçeğe uygunluğunu değil aynı zamanda sözü söyleyen kişinin, öznenin zihnindeki bilgiye uygunluğunu da gerektirir. Mesela bir kimse “Muhammed, Allah’ın elçisidir.” ifadesiyle -aslında bu ibare gerçeği belirtmesine rağmen- kendi zihninde yalan söylediğini düşünüyorsa bu söz bir yönüyle doğru olsa da yalan kabul edilir denilmektedir. (Mustafa Çağrıcı, Sıdk, DİA, c. 37, s. 98.) Dolayısıyla doğrulukta hakikate uygunluk sadece nesnel değil aynı zamanda öznel bakımdan da gerekli görülmektedir. Hak, gerçekliğin nesnel boyutunu ifade ederken sıdk / doğruluk hakkın karşı kutbu konumundaki konuşan kişide bulunan ve onun kullandığı sözleri gerçekliğe yaklaştıran, kendisinin hakikatliliğiyle ilgili öznel boyutudur. Bu duruma “Allah’ın Resulü, ahaliye gerçek (hak) olduğunu bildikleri şeyi tebliğ etti ve bu yüzden onlar onun hakikatliliğini (sıdk) hemen anladılar.” (Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlaki Kavramlar, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991, s. 130.) sözü örnek verilir. Bunun için Arap dilciler bir ifadenin doğru olması için sadece sözlerin gerçekle uyuşmasını yeterli görmemişler, bunların aynı zamanda konuşmacının zihnindeki hakikat düşüncesiyle de uyumlu olması gerektiğini belirtmişledir. Bunun için ‘sıdk’ın anlamsal yapısındaki en belirleyici ögeyi, doğruyu yansıtmak yolundaki niyet ya da kararlılığın mevcudiyeti oluşturmaktadır.” (Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlaki Kavramlar, s. 131.) Bu ise doğruyu ifade eden öznenin doğrunun dile getirilmesindeki içtenliğinin önemine işaret etmektedir ki özü sözü doğru ifadesinde anlamını bulan sözlerin sadece dıştaki değil aynı zamanda kişinin içindeki, zihnindeki hakikati de yansıtması gereğini ifade eder. 

Doğruluğun gerçek anlamda Kur’an’da övülen ahlaki bir erdem olabilmesi için onun bazı niteliklere sahip olması gerekir. Sözün sadece tek başına doğru olması onun ahlaki bir erdem olmasını her zaman gerektirmez. Mesela gıybet, laf taşımak anlamındaki kovuculuk gibi erdemsizlikler gerçekte doğruluk içerseler de ahlaken yalandan daha kötüdürler.

Doğruluk kavramının tanımlarını analiz ettiğimizde iki özellik dikkat çekmektedir. İlk olarak doğruluk her ne kadar nesnel hak ve hakikatlere uyum olarak tanımlansa da öznel boyutu yani doğruyu söyleyen kişinin hakikat hakkındaki düşüncesi, hakikat algısı ve -daha önce dile getirildiği gibi- hakikati dile getirme azim ve kararlılığı doğruluğun açığa çıkmasını etkilemektedir. Bu sebeple “Öznel bir hadise olan doğru, dili hak yani gerçeklik ile tetabuk edecek bir tarzda kullanmaya bağlıdır.” (Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlaki Kavramlar, s. 141.) denilmektedir. Diğer özellik, hak ve hakikat kavramlarına verilen anlamdır ve öznenin buna verdiği mananın da doğruluğu etkilediği düşünüldüğünde tanımın içeriği daha da önem kazanır. 

Bir şeyin doğru olması onun hak ve hakikate uygunluğuna bağlı olduğuna göre öncelikle hak ve hakikat kavramlarının İslami kaynaklarda ne anlama geldiğinin açıklanması gerekir. Sözlüklerde “gerçek, sabit ve doğru olmak, bir şeyi gerçekleştirmek, bir şeye yakinen muttali olmak” anlamlarında mastar ve “gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin şey” anlamlarında isim olan hak kelimesi (çoğulu hukuk) genellikle “batılın zıddı” olarak gösterilir. Hak kavramının çoğu İslami kaynakta bu kök anlamlarıyla bağlantılı farklı tanımları yapılır. Hak kelimesinden türemiş olan hakikat kavramı da esas olarak “gerçek (sabit) ve var olan şey” anlamına gelse de Allah’ın varlığı ve sıfatlarının hakiki olduğuna dair tartışmaları da içeren dinî ve felsefi başka tanımları da vardır. (Mustafa Çağrıcı, Hakikat, DİA, c. 15, s. 177-178.) Ancak hak ve hakikat denildiğinde İslami kaynaklarda öncelikle Allah ve O’nun vahyi akla gelir. Nitekim “Bu, Allah’ın hak olmasından ve O’ndan başka taptıkları şeylerin batıl olmasındandır. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.” (Lokman, 31/30.) ayetinde Allah açıkça kendisini hak, kendisi dışında tapılan bütün şeyleri batıl olarak tanımlamaktadır. Yine Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) “Allah’ım! Sen haksın, senin vaadin haktır, sana kavuşmak haktır, cennet haktır, cehennem haktır, peygamberler haktır...” (Buhari, Teheccüd, 1.) şeklinde devam eden duasında hak kavramına açıklık getirmektedir. Dolayısıyla hak kavramı İslami terminolojide öncelikle Allah’ın varlığının hakikatine işaret etmektedir. Benzer şekilde “Hak Rabbindendir. O hâlde, sakın şüphe edenlerden olma.” (Âl-i İmran, 3/60.) ayetinde belirtildiği gibi Kur’an vahyi de haktan gelmekte, hak ve hakikat olarak adlandırılmaktadır. Vahyin hak ve hakikat olmasının sebebi elbette hak olan Allah’ın sözü olması ve “Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.” (Enam, 6/115.) ayetinde işaret edildiği gibi vahyin doğruluk ve adaleti içeren şekilde tamamlanmasındandır. Allah ve vahiy hakikat olarak tanımlandığında kaçınılmaz biçimde bunları temsil eden İslam dini de “De ki: ‘Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur.’” (İsra, 17/81.) ayetinde açık bir şekilde ifade edildiği gibi hakikat kabul edilmektedir. Dolayısıyla hak ve hakikat kavramı bağlamında daha geniş boyuttan bakınca doğruluk aslında Allah’a imanın, mümin olmanın bir gereğidir. Mümin, doğrulukla sadece nesnel bir gerçekliği söylememekte aynı zamanda içsel, öznel bir tasdiki de dile getirmekte, gerçekten müminlik vasfını aşikâr etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de özü sözü bir olmayan müminler (Saff, 61/2-3.), münafıklar (Tevbe, 9/42.) ve riyakârların (Maun, 107/4-7.) yerilmesi boşuna değildir. Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber’in “Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, İman, 164.) hadisindeki bizden olmamanın getirdiği dışlanmanın manası da daha iyi idrak edilir. 

Doğruluğun imanla ilişkisine bu boyuttan bakıldığında Kur’an’da doğruluğun zıddı olan yalan ve hakkın zıddı olan batılın niçin bu kadar yerildiği, Allah’ı ve vahyi tasdik eden peygamber ve insanların sıddıklar ve sadıklar olarak neden bu kadar övüldüğü de daha iyi anlaşılır. Sevgili Peygamberimizin “Size doğruluğu öğütlerim; çünkü doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Doğruluğu şiar edinen kimse Allah katında sıddık (doğru sözlü) diye yazılır. Yalan söylemekten sizi men ederim; çünkü yalan söylemek günaha, günah da cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye nihayet Allah katında kezzab (yalancı) diye yazılır.” (Buhari, Edeb, 69.) hadisinde doğruluk ve iyilik arasında kurduğu ilişki ve doğruluğu kendisine temel ilke hâline getirenleri Allah katında sıddık olarak tanımlaması bu bakımdan manidardır.

Ahlaki bir erdem olan doğruluğun imanla ilişkisi Hud suresindeki “...emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” ayetinin yorumuyla daha iyi açığa çıkar. İtidalde olma; ahlak bakımından aşırılığı temsil eden erdemsizliklerden uzak, orta yolda, dengeli ve ölçülü söz, tutum ve davranış içinde bulunmak demektir. Osmanlı ahlakçılarından Kınalızâde Ali Efendi’ye (ö.1572) göre Hud suresindeki “...emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” ayetindeki “doğruluk (istikamet)” ve Fatiha suresinde işaret edilen “Bizi doğru yola ilet.” mealindeki ayette kastedilen “doğru yol (sırat-ı müstakim)” itidal üzere olmaktır. Erdemsizlik olan aşırılıklar ve erdem olan hakiki itidal, gerçek orta noktaya ulaştıktan sonra orada uzun zaman kalmak insanın nefsinden dolayı zordur. Bu zorluk sebebi ile Hz. Muhammed “...emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” mealindeki ayeti kastederek “Hud suresi beni kocattı (yaşlandırdı).” (Tirmizi, Tefsirü’l-Kur’an, 56.) demiş, yine bu emrin zorluğu dolayısıyla sufiler ve takva ehli, dehşet içinde kalmışlardır. Bundan dolayı sırat “kıldan ince kılıçtan keskin” olarak tanımlanmıştır. (Ayşe Sıdıka Oktay, Kınalızâde Ali Efendi ve Ahlak-ı Alâî, İz yayıncılık, İstanbul, 2011, s. 286.) Bu açıdan doğruluk hem iman hem de o imanın gereği olan ahlaki sorumlulukları yerine getirmeyi kapsayan bir erdemdir. Sonuçta İslam’ın temel ahlaki değerlerini ve ilkelerini koyan Allah’tır ve bunlar Kur’an’da açıklanmış, Hz. Muhammed’in sünnetiyle yaşantı olarak insanlara sunulmuştur. Kalbin tasdik ettiği değerlere uygun söz ve davranışlara sahip olmak, hakkı bilmek, hakkı söylemek ve davranmak, mümindeki tam bir ihlas ve takvayı, iman amel bütünlüğünü yansıtan ve bu hâliyle mümin ile münafığı ayıran bir ölçüt konumundadır. 

Görüldüğü gibi doğruluk sadece sözün doğru olmasından çok daha geniş çerçeveye sahip bir erdemdir. İnsanın sözü yanında özünün de doğru olması, söz, tutum, davranış, eylem, düşünce ve inanç bütünlüğü içinde olmasını gerektirir. Bu durum İslam dini açısından ahlak iman ilişkisini ve aralarındaki bağı göstermesi açısından da dikkate değerdir.

Editör: Mehmet Çalışkan