Fatma EFKERE

İnsan düşünen, sorgulayan ve seçme hakkına sahip olan bir varlıktır. Kendisine bahşedilen akıl nimeti sebebiyle kavuştuğu seçme hürriyetinin bir bedeli olduğunu da bilmelidir.

Benlik arayışı içinde olan insan, varlığını tamamlamak ve hatta anlamlı kılmak için ya yola çıkar ya da kendini yolda bulur. Aramak yola çıkmaktır. İnsanın en büyük arayışı iç dünyasındaki soru işaretleri, hayretleri ve hikmetleri sorgulamasıyla başlar. Kâinattan süzülmüş küçük bir zerre olan insan sorgulamaya, hikmetin peşinde ağır aksak da olsa yol almaya başladığı andan itibaren varlığın anlamını da çözmeye başlayacaktır.

Yaratılmış olması hasebiyle hayata bakışı ve seçimleri onu durağanlıktan uzaklaştırır, hareketli ve kaygan bir zeminde sabit kalma mücadelesini vermeye zorlar.

İnsan, çoğu zaman yol ayrımlarının, seçeneklerin, genel manada heva ve heveslerin eşiğinde bulur kendini. Her eşikte sahip olduğu akıl ve irade melekesiyle doğru olanı seçme marifetini gösterme çabası içine girer. İnsan yaşadığı zamandan ve zamanın getirdiği şartlardan bağımsız değildir. Çağının kısır döngüsünden kendini soyutlayamaz. Yol da bu hâliyle insanı yoğurur, şekillendirir, zorlar ve yorar. Çünkü yolcuya verilen iradeyi zorlayan heva ve hevesler bu zorlu yolculukta her daim yolcunun ensesinde bir nefes gibi kendini hissettirir. Bir yanda şah damarından yakın olanın varlığı, diğer yanda kıyamete kadar mühlet isteyenin hilebazlıkları. İnsanın bu zorlu yolculuktan hasarsız ve istikamet üzere çıkabilmesi için yolunu doğru tayin etmesinden başka bir seçeneği var mıdır? 

Yol ne olursa olsun, hangi renge bürünürse bürünsün, yolculuğun bittiği noktada hesabı görücü tek muhatap O’dur. 

İnsan her ne kadar kendisine bahşedilen akıl, irade, şuur ve ruha sahip olması gibi nitelikler sebebiyle âlemin en mümtaz ve müstesna varlığı olsa da nihayetinde acizdir. Hatadan, kusurdan, günahtan beri değildir ve yolculuğu boyunca türlü şekillerle sınanacağı, haber-i sadıkla sabittir.

İnsana emanet verilen her nimet; yoldan ayrılmasına, yoldan çıkmasına veya yolda düşüp kalmasına sebep olabilir. “Şurasını iyi bilin ki mallarınız ve evlatlarınız birer imtihan vasıtasıdır.” (Enfal, 8/28.) Hakikat yolunun yolcusu elbet sınanacaktır. Elbet yol üzerindeki çukurlara düşecek, çamura saplanacak, süslü levhalara gözü kayacak, pırıltılı ışıklardan başı dönecektir. Kimi zaman suyu çekilmiş bir kuyu dibinde verecektir sınavını kimi zaman bir damla suya değmeden denizin ortasından geçip menzile varacaktır.

İnsan beşer, şaşar, takılır, düşer ve fakat düştüğü yerden kalkmasını bilmelidir. Yolda olmak bunu gerektirir. Yolda olmak her daim yürümeyi gerektirir. Bu yürüyüş, yolun hakkı, yolcunun marifetidir. Yolda takılmak ve düşmek insanı ümitsizliğe götürmemelidir. Hem yolun sahibinden haberdar olup hem de ümitsizliğe düşmek en başta yolun sahibine vefasızlıktır.

İnsanın tam da bu noktada yani kadim yolculuğunun engebelerinde onu istikamet üzere tutacak, sarsıntılardan sapasağlam çıkmasına yardım edecek ve “Ben, dünyada bir ağaç altında gölgelenip de bırakıp giden bir yolcu gibiyim.” tavrıyla âdeta vahyin vücut bulmuş halinin rehberliğine ihtiyacı vardır. Yolun, insanı hakikate götürmesi, yola ışık tutan rehberin sağlamlığıyla mümkündür. Çünkü insanı ayrıcalıklı kılan akıl, tek başına hakikati bulma ve kavrama noktasında kimi zaman aciz kalabilir.

Modern zamanların sınır tanımazlığı insanı yoldan çıkarmada pek de mahirdir. Vahiy, insanın dünya ve ahiret yolculuğu için bir rahmettir. Vahiy tüm tali yollardan insanı çekip çevreler ve onu yolun gerçek sahibinin rahmetine ulaştırır. Nitekim Rabbimiz, “Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu? Elbette inanan bir topluluk için onda rahmet ve ibret vardır.” buyurmaktadır. (Ankebut, 29/51.) Bize düşen yolculuğumuzun her adımında, her dönemecinde, her kavşağında bu rahmet ve ibret yüklü uyarılara dikkate almaktır.

Kur’an, insanı sırat-ı müstakim üzere tutan en sağlam kaynaktır. Şüphe yok ki vahyin aydınlığına talip olan yolcu, yolun gerçek varlığını ve gayesini idrak edecektir. Bu idrake muhtaç olan insanoğlunun vahyin eteğine tutunmaktan, sırat-ı müstakimde olmaktan başka çaresi yoktur. Çünkü sırat-ı müstakim, insanı hakikate götüren en doğru ve en kısa yoldur. Çünkü sırat-ı müstakim, insanın, her şeyin malikine selametle ulaşmasına vesiledir. Bizzat kudret-i ilahi tarafından “Bizi sırat-ı müstakime ilet.” (Fatiha, 1/6.) duasının öğretilmesi, yolculuğu kolaylaştıran ne büyük bir nimettir. Kim hangi yolu tercih eder, hangisinden giderse gitsin sonunda varış da hesap da O’nadır. O göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin tek sahibidir. Yarattıklarını en iyi bilendir. 
Kur’an’ın tanımıyla dünya hayatı geçici bir hevestir. “Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Allah’tan çekinenler için ahiret daha hayırlıdır.” (Enam, 6/32.) hatırlatmaları boşuna değildir. İnsan, fıtrat olarak geçici olandan ziyade sonsuz, sınırsız olana taliptir. Bu noktada inanan insan, dünya yolculuğunu konup göçülen bir han odası gibi görebildiği sürece yolundan şaşmayacak geçiçi olana gönül vermeyecektir.

Bu oyun ve eğlence içinde hakikate giden yollar, yaratılanların nefesleri sayısıncadır. Yeter ki insan yola doğru bir niyetle hakikate ulaşmak üzere çıksın. Yunus’un diliyle “Göz odur ki Hakk’ı göre/Yol odur ki Hakk’a vara.” 

Zorlu hayat yolunun zorunlu yolcusu olan insana şu emr-i ilahiden daha güzel bir öğüt var mıdır? Yeter ki tutula...

“Bu, benim dosdoğru olan yolumdur. Şu hâlde ona uyun. Sizi, O’nun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın.” (Enam, 6/153.)

Editör: Mehmet Çalışkan