Osman KILINÇ

Samsun Canik Vaizi

Allah, göklerde yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin sahibinin kendisi olduğunu (Bakara, 2/116.), her şeyi fıtraten insanın hizmetine sunduğunu (Casiye, 45/13.), kime neyi ne kadar ve nasıl taksim ve takdir edeceğini, her türlü hayrın kendi kudretinde olduğunu (Âl-i İmrân, 3/26.), vahyin ve kâinatın okunmasıyla gözler önüne serer. Bu okumalar hakikatte varlığın gerçek sahibinin kim olduğunun beyanıdır. Biliriz ki insanoğluna zor gelir kendine ait olandan vermek. Kolaydır kazanmadığını saçmak savurmak. İsteyeni bilmeden isteyene verebilmek.

Bir kutsi hadiste Yüce Allah’ın “Hasta idim beni ziyaret etmedin. Aç idim doyurmadın, Susuzdum su ikram etmedin.” siteminin ardındaki gerçek; isteyende Hakk’ı görebilmek değil midir? Ya da bir başka deyişle verdiğimizde “ver” emrinin sahibinin rızasına kavuşmak değil midir muradımız?

İnsan Allah’ın kulu olması cihetiyle emanet edilmeye (teshira) layık görülmüş ve kendisine emanet edilen şeylerin muvakkat sahibi kılınmıştır. Bununla beraber emanetin mülkiyet cazibesine kapıldığında ihanetin acı sonucunu tadacağının uyarısı yapılmıştır. Kur’an mümin bir kuldan emanete iman nazarıyla bakmasını ister. (Bakara, 2/35.) İman nazarıyla bakmadığı emanetin acı sonucunun kendisi için de geçerli olduğunu söyler. (Rum, 30/41.) Kur'an emaneti üstlenmiş mümin her bir kulu nihayetinde isarı (kardeşini kendine tercih etmeyi) amaç edinmiş insanlara dönüştürmek ister. (Haşr, 59/9.) Fakat değişim ve dönüşüm, değiştirmek ve dönüştürmek, hiçbir şeyde hiçbir yerde ve hiçbir toplumda kolay olmadığı gibi Kur’an’ın indiği toplumda da kolay olmamıştır. Cömertlik anlayışı bile asabiyet yolunda gösteriş yaparak savurmak olan bir toplumu, cömertliği Allah için ve Allah yolunda yapan, hayırda yarışan iyilik ve takvada yardımlaşan kötülük ve düşmanlıkta yardımlaşmayan insanlar haline dönüştürmek bir süreç almıştır. Bu süreçte infakta nafaka şuuru, tasaddukta sadakat hali, zekâtta tezkiye hissi, vermede edep, taksimde adalet, yedirmekte zarafet ve letafet gibi ilahi emir ve yasaklarla şekillenmiştir.

Maûn suresine soru sorarak başlanıyor olması, dikkate almanın, dikkatle dinlemenin gereğine vurgu yapmaktır. Ayrıca soru sormak tezekkür, tefekkür, taakkul ve tedebbüre davettir. Çünkü sorunun varlığı cevabı elzem kılar. Sorunun dini yalanlayanı gördün mü, diye sorulması din kavramına bir dikkattir. Din, en temel anlamda Allah’ın hükümranlığı, dünyevi sistem ve uhrevi ceza anlamına gelir. Soru bu üçünü yalanlayarak hayat yaşayan ve ayrıca inandığını iddia edip gereklerini yapmayan insana dairdir. Allah’ı, ahireti ve dinini yalanlayanlar;  yetimi itip kakan, yoksulu yedirmediği gibi yedirenleri özendirmeyen ve her türlü hayra engel olanlardır. Dini gerçekten yalanlayanla dine inanıyormuş gibi davrananın ortak noktası toplumu ifsada götürecek düşünce ve davranışa sahip olmalarıdır. Risâlet’in ikinci yılında yetim hukukuna bu kadar önem verilmesi, hakları ihlal edenin dini yalanlayanlar diye vasıflandırılması, iman toplumunun bekası için dikkat edilmesi gereken bir unsur olarak gözler önüne serilir.

Kur’an bu sureyle mümini iki şeye davet ediyor. Yetimin ve öksüzün farkında olmak, yoksula sahip çıkmak. Surede bu iki şeyi ihmal etmenin akıbetine dair bir şeyin söylenmemesi meselenin tahmin edilemeyecek kadar ağır sonuçlarının olacağına bir dikkattir. Allah surede âdeta “Ey insan kendine, yetime ve miskine iyilik yap. Kendini insanlara değil Allah’a göstermeye çalış.” diye buyuruyor. Surenin nüzulüne sebep olan yetimi iten, öksüzü doyurmaya teşvik etmeyen, insanlara gösteriş yapan, hayra engel olanlar insanlık tarihinde unutulup gittiler. Tüm imkânsızlıklara rağmen en zor şartlar altında yetimi öksüzü koruyan ve kollayanlar,  hayrın fatihleri olarak tarihe yön veren şahsiyetler oldular.

Kur’an İslam medeniyetini inşa etme sürecinde kendine ait ana kavramlar etrafında toplumu bir araya getirmeyi hedeflemiştir. Bunun için de imana, ibadete, ahlaka, ukubata, yardımlaşma ve dayanışmaya dair kendi kavramlarıyla topluma hitap etmiş yön vermiştir. Bu meyanda Kur’an’da yardımlaşma ve dayanışmaya temel olan kavramlardan en dikkat çekenleri infak, tasadduk, zekât, hayır, birr ve ihsandır. İslam bu temel kavramlarla bir insanı, bir babayı, bir anneyi, bir evladı, bir aileyi, bir idareciyi, bir mahalleyi bir şehri, bir ülkeyi ve bir ümmeti madden ve manen ihya etmek istemektedir. İslam medeniyetinin en küçük parçası olan insandan en büyük parçası olan ümmete kadar güzel ve rol model örnekliğin manifestosu diyebileceğimiz maruf merkezli zihniyet oluşumu ister. Marufun bir parçası olarak infak etmenin gerek kişinin gerek toplumun kendine yapacağı bir iyilik olduğunu vurgular. (Âl-i İmrân, 3/92.) Aksi durumun gerek kişinin gerekse toplumun kendi elleriyle kendini tehlikeye atmak olduğu uyarısını yapar. (Bakara, 2/195.) İnfak edilecek şeylerin iyi ve temiz olanından ikram edilmesinin gerekliliği üzerinde durulması, bayağı şeyleri vermeye kalkışmamanın dikkate sunulması, müminleri empati ruhu gelişmiş bireyler haline getirmeyi hedeflemesidir. (Bakara, 2/267.) Hiçbir dostluğun hiçbir alışverişin olmadığı bir gün gelinceye kadar Allah için infak emredilir. Bu emir hayrın, vermenin sürekliliğinin önemi kadar toplumsal bekanın infakla sağlanması zaruretine bir vurgudur. (Bakara, 2/254.) Her ne verilirse Allah’ın onun yerine daha iyisini koyacağına inançla tasadduk etmek infakın imanla olan ilişkisini gösterir. (Bakara, 2/254.) Cimriliğin ise kişinin doğrudan kendine dolaylı olarak da toplumuna bir zarar verme olduğu ifade edilir. (Muhammed, 47/38.) Yüce Rabbimiz infak etmenin insanı dünyada bencillikten kurtaracağı ahirette ise kurtuluşa vesile olacağı vaadini verir. (Teğabün, 64/16.) Nefsini bencillikten kurtarmış olan kimse bereketli, mümbit bir tohuma benzetilir. İhlas ve samimiyetle yapılan bağışın bire on, ona yüz, yüze yedi yüz misliyle karşılık bulacağı bildirilir. Mallarını Allah yolunda ve rızası uğrunda infak etmenin kulca miktarı belli olamayacak olan ihsana kavuşmak vaadi verilir. Bu vaat iman toplumunu ihsan ruhuyla yaşamaya ve yaşatmaya bir teşviktir. Allah’ı görüyor gibi hayat yaşamaya ve yaşatmaya çabalamak. Komşusu açken tok yatan bizden değildir, ikazı yanındaki ve uzaktaki kardeşinin farkında olarak hayat yaşamanın kendisi ve toplumu için bir beka vesilesi olabileceğine dikkattir. Günümüzde infakın ihmal edilmesi komşuluk hukukunu zedelediği kadar aynı şekilde aileyi de zedelemiştir. İyiliğin ve ihsanın en yakınından başlaması emri Allah Resulü'ne gelen vahyin ilk cümlelerindendir. (Nisa, 4/36; İsra, 17/23.) Uyarı en yakınlarından ve en muhtaç olandan başlamak yönündedir. İkrama infaka öncelikle en layık olan aileyi oluşturan fertlerdir. Bu bazen kendisine yoldaş olduğumuz eşimiz bazen de elinden tutmamız gereken, sıkıntıdan kurtarılmayı bekleyen kardeşimizdir.

Bugün Allah için karşılıksız vermek demek olan infakın ihmali kadar istismarı da toplumsal bir felakete dönüşmüştür. Bu felaketlerin en önemlisi gösteriş ve başa kakmadır. (Bakara, 2/264.) Bir diğeri hak edenleri hakkından mahrum etmek ve hak edenin hakkını reddetmek. Fakire, yoksula, yetime, düşküne, darda kalmışa yolda kalmışa hakkını vermemek, reddetmek onu hakkından mahrum etmek bir zulümdür ve zulüm olması cihetiyle felakete, fesada bir davetiyedir. İnfak zekâtı ile sadakası ile fıtır sadakasıyla bir ibadettir. Her ibadet gibi dikkat, rikkat ve samimiyet ister. İşte bundan dolayıdır ki Resulüllah’a neyi infak edeceğiz, sorusunu soran sahabeye gelen ayette bilmemiz gereken, infak edilen şeyden ve miktarından ziyade infak edilecek kimselerin ve infak etme biçiminin önemli olduğudur. Yani önemli olan Allah’ın infakımızın özünden haberdar olduğunu bilerek infak etmemizdir. (Bakara, 2/215.)

Editör: Mehmet Çalışkan