Dr. Mehmet BULUT

DİB Başkanlık Müşaviri

İşte bu ve benzeri vasıflarından dolayıdır ki ramazan beklenen, gözlenen, hazırlık yapılan, gelişi ilân edilen, sevinç ve heyecanla karşılanan bir aydır; hassaten ülkemizde, insanımız arasında… Ramazana kavuşma bir şükür vesilesidir Müslüman için.

Sair aylar gibi ramazan, öylesine bir anda çıkagelmez; gölgesi haftalar öncesinden üzerimize düşer. Yaklaşır, yaklaşır… Yaklaştığını da bariz bir şekilde hissettirir; böylece sizi kendisine fiziki ve ruhi olarak hazırlar.

Yeni hilal, yılda on iki kez görülür; ancak özellikle gözlenen hilal ramazan hilalidir.

Evet, kendine özel hazırlıklar yapılan bir aydır ramazan. Bu hazırlık sadece iftar ve sahur için gıda tedarikiyle sınırlı değil. Bu ay nasıl değerlendirilmelidir; feyzinden, bereketinden azami nasıl faydalanılmalıdır, oruca ve oruçluya nasıl davranılmalıdır, bu ay vesilesiyle insanımıza artı değerler nasıl kazandırılabilir? Yani, bir hazırlık söz konusu bu ay için. İşte bu yazımda, medeniyetimizde ramazan için yapılan hazırlıklardan birine değinmek istiyorum: Din hizmeti sunan müesseselerce hazırlanıp ramazan öncesinden basın aracılığıyla halka duyurulan Ramazan Beyannameleri. Hem Osmanlı döneminde Meşihat makamınca hem de kuruluşundan itibaren Diyanet İşleri Reisliğince bir gelenek hâlinde yayımlanan ve toplumun geneline hitap eden bu beyannamelerle, insanımızı ruhi ve manevi olarak ramazan iklimine hazırlamaya, toplumda dinî hayatın canlandırılmasına çalışılmıştı.

Kanaatimce iki Ramazan Beyannamesi var ki bunlar emsali arasında ayrı bir önemi haizdir; fevkalâde anlamlı, etkileyici ve düşündürücüdür. Birincisi, Millî Mücadele yıllarında, Anadolu cihadının verildiği çetin bir dönemde Şer’iyye ve Evkaf Vekili Mustafa Fehmi Efendi imzasıyla 1921 senesi Ramazan'ı öncesinde yayımlanan “Beyanname”; diğeri de Reisliğin kuruluşunu müteakip ilk Diyanet İşleri Reisi Mehmed Rifat Efendi imzasıyla 1924 Ramazan'ı öncesinde “Hissiyât-ı Diniyye Cerihadar Edilmemeli” başlığıyla yayımlanan basın açıklaması.

Fehmi Efendi’nin beyannamesini okurken, verilen diğer mesajlar yanında, cephelerde devam etmekte olan mücahedenin dinî ve millî heyecanını hissetmemek mümkün değildir.

İnsana, “bir ramazan beyannamesi ancak bu kadar mükemmel olabilir” dedirten yazı, arı ve duru bir ifade ile şöyle başlıyordu: “Ramazan-ı şerif geldi. Hakk’ın rahmet ve gufran kapıları açıldı… Bundan istifade eden dindaşlarımıza ne mutlu!” Ardından yaratılışın gayesine, kadrü şerefi yüksek olan insanın başıboş bırakılmadığına, onun yapıp ettiklerinin kendi menfaat veya zararına olacağına dikkat çekiliyor. Mesaj yüklü bu beyannamenin bir kısmını iktibas şeklinde (yeni harflere aktarımı tarafımdan yapılmıştır) bir kısmını da özetleyerek buraya alıyorum:

“Yeryüzündeki bütün insanların maddi ve manevi saadetlerini temine bihakkın kâfi ve medeniyet-i sahiha ve hakikiye esaslarını tamamen muhtevi olan Kur’an-ı Kerim’in şerefle nüzul ettiği şehr-i mübarek, bu şehr-i gufrandır.”

“Bu şehr-i şerife kavuşmağa nail ve vezaif-i ubudiyetini ifa ile Cenab-ı Hakk’ın vaad ve tebşir buyurduğu niam-ı gûne-gûne vasıl olan bütün ihvan-ı dinimi tebrik eder ve emsal-i adidesini kemal-i saadet ve refah ve istiklâl-i tam ile idrak eylemelerini Dergâh-ı Ulûhiyetten tazarru ve niyaz eylerim.”

“Ahde vefa, iyiliğe şükür, Allah’a tevekkül, adalet, teavün ve tenasur, seha, tevazu, şecaat, sabır ve sebat, Hak uğrunda feda-yı hayat, samimiyet, meyl-i meâli, sa’yu amel, hukuka riayet, ebeveyne (…) itaat, namusa hürmet, zuafaya ve her mahlûka merhamet, sıdk ve istikamet, ciddiyet, israf ve tebzirden mücanebet, iktisada dikkat, lağviyat ve fuhşiyattan ve her türlü sefahatten nefsi sıyanet, vatana muhabbet, nezafete ve intizamperverliğe itina, emir bi’l-maruf ve nehiy ani’l-münker, Halık’a ibadet ve ubudiyet… İslam’ın vazettiği bu ve benzeri yüce prensipler, insanlığı en üst derecelere kadar yükseltmeye kâfidir. Bu düsturları hakkıyla tatbik eden fert ve toplumların maddi ve manevi terakkinin zirvesine ulaşacağından şüphe edilemez. Tebcile şayan bu vazifeleri ifa edenlere Cenab-ı Hak, iki dünya saadetini vaat ve tebşir buyurmuştur."

"İslam toplumları dinine, Kur’an’ın ulvî prensiplerine sımsıkı sarıldıkları asırlarda dünyanın en müterakki ve güçlü birer milleti olarak yaşadılar. Aksi durumda ise ikbal ve saadetlerinden uzaklaştılar."

“Mamafih, Cenab-ı Hakk’a şükrederim ki, asırlardan beri Müslümanların üzerine çöken gaflet kâbusu yavaş yavaş kalkmaya, Müslümanlar uyanmaya yüz tuttu. Vazifelerini ifaya, maruz kaldıkları esaretten avn-i ilahi ile kurtulmaya ahdetti. Düşmanların her yerde ika ettiği mezalim ve alçaklıkların medeniyet-i hakikiyenin bütün esaslarına malik olan İslam varlığını imha kasdından neşet ettiğini anladı. Kılıncına sarıldı, hakk-ı hayatını ispata başladı.”

“Bugün oruçlarını esaret ve enva-i fecaat altında kıvranarak tutan, teravihlerini düşman süngüleri karşısında belki de edaya muvaffak olamayan, gece gündüz bizi buradan doğacak reha ve halâs güneşini bekleyen zavallı dindaşlarımızı biran evvel kurtarmaya koşmak herkese borçtur, vazifedir. Bu vazifeden kadınlar bile hariç ve müstesna olamaz. Onlar da kendi kudret ve hilkatlerine göre bu uğurda çalışmakla şer’an mükelleftirler.”

“Cenab-ı Hak, azim ve imanımızın mükâfatını parlak zaferlerle göstermeye başladı. Zaten nusret Müslümanlarındır. Feth-i Mübin, zafer-i kati bize mahsustur. Yalnız her zaman olduğu gibi, bilhassa harp zamanlarında da rıza-yı ilahiye muhalif hareketlerden katiyyen tevakki icap eder. Büyük Millet Meclisi’nin ve hükümetinin umdesi, ahkâm-ı münciye-i İslamiye dairesinde çalışmaktır. Bu ahkâma münafi ef’al, yalnız manevi mücazatı istilzam etmeyerek Büyük Millet Meclisi’nin ve hükümetinin âmâl-ı mukaddesesine de tecavüz teşkil edeceğinden maddeten dahi mucib-i mesuliyet olacaktır (…). Malayanilerle tevağğul Müslümanca yaşamak isteyenler için haramdır.”

“Zaman ciddiyet ve faaliyet zamanıdır. Cephelerde kahraman askerlerimiz din namına, vatan namına canlarıyla, başlarıyla muharebe ederken, gerilerdeki Müslümanların vakar-ı milli ile gayri mütenasip hareketlerde davamı hem günah, hem ayıptır. (…)”

“Müslüman kadınlarına taalluk eden vazifelerden birini de bilvesile burada zikretmek isterim: İffet ve ismet, hayâ ve edeb bilhassa İslâm kadınına meziyyat-ı maneviye-i mümtazedir. Âdab-ı İslamiyeye, muhît-i milliye uymayan ef’al, eşkâl ve harekâttan son derece tevakki icap eder…”

“Milletimiz içinde nakz-i siyam fezihasını irtikâp edecek bir ferdin bile bulunabileceğine kani değilim. Çünkü hem Halık’a masiyet, hem de âdâb-ı celîle-i İslamiyemize ve Büyük Millet Meclisimizin âmal-i meşruasına muhâlefet ve hakaret demek olan bu reziletle sıfat-ı İslam asla birleşmediği gibi bu gibilerin duçar-ı mücazat olacakları da muhakkaktır. Şayet şer’-i şerifin tarif ettiği mühim zaruretler karşısında orucu yemek icap ederse, alenen icradan sureti katide tevakki edilmelidir. Zira bu da, imkân karşısında âdâb-ı umumiyeye muhâlefetten başka bir mana ifade etmez.”

“Hülasa; kâffe-i müminin ve müminatın -bilhassa şu mâh-ı gufranda- şeair-i İslamiye ve fezail-i ahlâkiyemizin daha fazla muhafazasına ve vatan, devlet ve milletimizin selamet ve halâsına matuf maddi ve manevi mesai-i hüdapesendaneye kemal-i itina ile devam ve dergâh-ı ulûhiyete daima ref’ tazarru ve niyazı ile tam Müslümanca harekete ihtimam etmeleri feraiz-i katiyedendir. (…)”

“Şehitlerimize Fatiha, mücahitlerimize dua-yı zafer!” (Umur-i Evkaf ve Şer’iyye Vekili Mustafa Fehmi.)

1922 yılı ramazanında yine Mustafa Fehmi imzasıyla bir ramazan beyannamesi daha yayımlanmıştı ki bu da son derece öğretici ve düşündürücüydü. Bu beyannamede de İslam’ın vazettiği faziletler özetlenmiş; ibadetlerin ferdî ve uhrevi yönü yanında içtimai yönlerinin de olduğu ve bunların toplum huzurunu temin edeceği üzerinde durulmuştu. İbadetlerden bahsedilirken söz tabii olarak ramazan orucuna da getirilmiş ve bilhassa orucun irade terbiyesi üzerindeki tesirlerine işaret edilmişti.

Şer’iyye ve Evkaf Vekili Mustafa Fehmi Efendi bu beyannamede, “Hükümet-i İslamiye” diye nitelediği Büyük Millet Meclisi hükümetinin İslami esaslar dairesinde hareket etmeyi esas bir umde ittihaz ettiğini hatırlatarak İslam’a ters her şeyin bu hükümet nazarında memnu olduğunu ileri sürmüştü. Yine bir önceki beyannamede olduğu gibi, ramazan günlerinde oruçlunun önünde açıkça yiyip içmenin “Şer’-i mübine mugayir” ve İslam toplumuna açık bir hakaret olacağını vurgulamıştı. Açıklamada son olarak şu vurucu cümleye yer verilmişti:

“Memleketin öz evlâtları din ve istiklâl ve vatan uğrunda canlarını feda etmekten çekinmezlerken bu sayede geride hâl-i emn ve istirahatte bulunanların mukaddesata tecavüz teşkil eden her nevi hareketleri elbette affedilemeyecek kadar büyük bir cürümdür.”

Ramazan beyannamelerinin ikinci mükemmel örneğinin Diyanet İşleri Reisi Rifat Efendi imzasıyla 1924 Ramazan'ı öncesinde yayımlanan açıklama olduğunu belirtmiştim.

6 Nisan’ da idrak edilen 1924 (Hicri 1342) yılı Ramazan'ı münasebetiyle basın organlarına gönderilen ve “Hissiyât-Diniyye Cerîhadâr Edilmemeli” başlığını taşıyan bu açıklamada Rıfat Efendi, vatandaşlara ramazan ayına girmekte olduklarını hatırlatarak oruç tutmayan kişilerin, halkın arasında açıktan yemek ve içmekten kaçınmalarını, metindeki ifadesiyle “nakz-ı sıyam” etmemelerini, oruçlu insanların inanç ve ibadetlerine saygı gösterilmesini özellikle rica etmiş ve halkı bu yönde aydınlatma hususunda basına da görev düştüğünü hatırlatmıştı. İlk Diyanet İşleri Resimiz, bu bağlamda, din ve inanç hürriyetinin, başkalarının inanç ve ibadetlerine hürmetsizlik etme noktasında asla gerekçe olamayacağını veciz bir şekilde izah etmişti.

Bu açıklamayı Aylık Dergi'mizin 224’üncü sayısında (Ağustos-2009) tam metin olarak yayımladığımdan buraya tekrar almadım; arzu edenlerin oradan okumalarını tavsiye ederim. O açıklamadan sadece bir cümleye yer vermekle yetiniyorum:

“Filhakika, ibadette vukua gelecek ihmal ve teseyyüp, efrad-ı cemiyetin kalplerindeki havf ve muhabbetullahı yavaş yavaş izale edeceğinde şüphe yoktur. Efradının kalbinde muhabbet ve aşkullah, haşyet ve havfullah kalmamış olan bir cemiyette, hak ve vazife fikirleri silinerek bunun yerine hissi menfaat kaim olacağından böyle bir cemiyette hukuka tecavüz fikir ve emeli meydan alır, mukaddesat paymal edilir, masiyetler çoğalır, hiss-i menfaat ve nefsanî emeller vicdanda hâkim olur.”

Aynı yıl basında İstanbul Müftüsü Mehmed Fehmi imzasıyla da ayrı bir beyanname yayımlanmıştı. Bu kısa beyannamenin de bir iki cümlesini buraya almak istiyorum:

“Alenen nakz-i siyam, Cenab-ı Hakk’a masiyet, âdâb-ı umumiye-i İslâmiyeye muhâlefet ve hâl-i siyamda bulunan Müslümanlara büyük bir hakarettir. (…) Bilumum müminîn ve müminât ferazi-i mübeccele-i diniyyeyi ve bilcümle vezaif-i İslamiyyeyi hüsn-i edaya bezl-i mukadderet, şeair-i İslamiyemize tamamiyle riayet, fezail-i milliyemizi hakkıyla ibraza gayret ederek evveli rahmet, ortası mağfiret ve âhiri cehennemden necabet olan şehr-i gufranın bütün füyuzatına nail olmayı ahass-ı emel etmelidirler. Bilcümle müminîn ve müminâta şehr-i ramazanı tebrik eder ve kâffesinin saadete nail olmasını Dergâh-ı Kibriya’dan tazarru eylerim.”

Burada başka bir örnek olarak Diyanet İşleri Başkanı olduğu sırada Ahmed Hamdi Akseki’nin 1947 (Hicri 1366) senesi Ramazan'ı dolayısıyla kaleme aldığı ve “Dinî Bir Konuşma” adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı yayımları arasında bir broşür hâlinde de yayımlanan, yirmi sayfalık kapsamlı beyannamesine de yer vermek istiyordum; ancak yerimiz kalmadı. Şu kadarını söyleyelim ki Akseki bir sohbet niteliğindeki bu beyannamesinde, “Müslüman Kardeş” ve “Dindaşlarım” gibi hitap cümlelerini kullanmış, kendi ifadesiyle, bir Diyanet İşleri Reisi olarak değil de hasbelkader dinî ilimler tahsil etmiş ferd-i vahid olarak bir görev ifa etmeye çalıştığı tevazuunu sergilemişti.  Bununla birlikte din hizmetlileri olarak irşad görevimize bir cümleyle şöyle işaret etmişti: “Şunu hemen belirtmeliyim ki bir Müslümanın dinde mevkii ne kadar yüksek olursa olsun, nispeten kendi mertebesinde bulunmayan dindaşlarına karşı vazifesi yalnız irşat ve nasihattır.”

Günümüzde iletişim araçları son derece çeşitlendi, genişledi. Artık gazete ve dergilerde, gufran ayı ramazanın gölgesinin üzerimize düştüğünü hatırlatan, bu ayda nasıl davranmamız gerektiğini ifade eden beyannameler yayımlanmıyor; ancak çeşitli veçheleriyle ramazan, basılı ve görsel basında yoğun bir şekilde yer alabiliyor. Yıllar önce özenerek hazırlanmış ramazan beyannameleri ise günümüze birer yâdı cemil olarak kaldı.

Editör: Mehmet Çalışkan