Abdulbaki İŞCAN

Şehir, her gün büyük gürültülerle çekiliyor uykusuna, sonra yine büyük gürültülerle uykusundan uyanıyor. Bugüne kadar yaşanmış bütün sakinliği dikkate alarak başka sabahlara da ulaşsın diye devamlı böyle davranıyor sanki. Bu hengâmeden habersizmiş gibi günden güne kendi sesine sesler ekleyerek büyüyor. 

Kuşkusuz bu önemli. Anlatılmak istenen sesle vücut bulacak. Kalp ne diyorsa ses onu dillendirecek. Kıyamet sesle başlayacak. Gizli bir sesle Rabbe niyaz edilecek. Talipler seslenerek ellerini açacak. Çocuklar sesleriyle neşe dağıtacak. Bebekler sesleriyle yardım isteyecek. Yağmurlu bir seher vakti siyah bulutlar yeri göğü kaplamışken şahit olmuştum buna. Ulu camiden evlerine doğru yola koyulanları, bir bebek sesi, oldukları yere mıhlamıştı. Kat kat beze sarılı ağlayan bir bebeği görmüşlerdi şadırvanın hemen yanı başında. O küçük yüzüne, açmakta zorlandığı minik gözlerine acı bir anlam oturmuştu. İnsanlar bir ateşin etrafında toplanır gibi onun etrafında halka olmuşlardı çok geçmeden. Utanç, endişe ve korku, azar azar dallarından kopan ıslanmış yaprakların, soğuk mermer kokusunun ve ayrılırken birbirlerini Allah’a emanet eden insanların arasında uysal bir kedi gibi dolaşmıştı.

Can sıkıcı olayların olduğu karmaşık, telaşlı, sıkıntılı, tatsız bir zamanda görmüşlerdi onu. Kimsenin birbirine dokunamadığı, yaklaşamadığı, kucaklaşıp sarılamadığı bir zaman onları esir almıştı.

Anlatması oldukça zor aslında. Her vefasızlık arkasında bir hikâye bırakıyor. Avuntusu olmayan bir üzüntünün insanların üstüne ağır bir çarşaf gibi çöktüğünü görebiliyordunuz. Herkes nefesini tutmuştu, kaldırımların kenarlarından akan su gibi sessizlerdi. Yağmurun huzurlu ve sakin sesini saymazsanız eğer en ufak bir kıpırtı dahi fark edilecek sessizlikteydi. O anda belki de hareket hâlinde olan tek şey terk edilmiş bir çaresize karşı orada bulunanların kalplerinden geçirdikleriydi. Söylenecek o kadar söz varken kimse ne söyleyeceğini bilememişti. Hiçbir sözün gücü yetmeyecekti, teselli olmayacaktı ne söylenecekse.

“Neyi bastırdıysan göğsüne, göğsünü soludukça büyüyen odur.” der İsmet Özel. İnsanlar minik yetimin çevresinde derin nefeslerle göğüslerini genişlettikçe sessizliği daha da büyütüyorlardı. Birbirleriyle gözleri kesişmesin diye sağa sola bakıyorlar, yukarı aşağı çeviriyorlardı yüzlerini. Neyi göğüslerine bastırmışlardı da bir hâlden başka bir hâle geçerken sesleri çıkmıyordu. Sarf edecekleri cümlelerin pek bir işe yaramayacağını düşünüyor olabilirlerdi. Bağışlanmış hayatlar istiyorlardı, af istiyorlardı, merhamet istiyorlardı belki de. Belki de akıllarına insanlıktan yana ne geldiyse onu istiyor, onun için dua ediyorlardı.

Ancak güzel insanların yüreği acırmış. Yaşlılardan biri bebeği kollarının arasına alırken sakalından sızan birkaç damla yaş çocuğun yüzüne düştü. “Önceden de böyleydi.” dedi ihtiyar, “Dünyaya getirdiği masum yavrucağı istemeyen merhametsizler, fark edilsin diye onu bir cami avlusuna bırakırlardı. Yokluktan, geçimsizlikten, utançtan olsa gerek. Ya da sadakatsizlikten, vicdansızlıktan… Vefası yoksa insan dediğin ne işe yarar?”

Yeri göğü içine alan bir vefasızlık yaratılmış ne varsa her şeyi bastırıyordu. Dünya için yeni bir ses, başka sesleri var gücüyle silip süpürürken insanlar başıboş bir çaresizliğe çekilip sükût içinde şehrin karmaşasına sığındılar. Yeniden geldikleri yere, sıkışık binaların birbirinden farksız katlarına döndüler.

Susmak, insanların huzursuz bir çaresizlikle kendilerini maruz bıraktıklarıdır bazen. Susarak katlanırsınız vefasızlığa. Bu zamanlarda Halil Cibran’ın o sarsıcı cümlesi dikilir karşınıza: “Bir insanı sustuğu yerden tanıyabilirsiniz.” Çoğu zaman suskunluğunuzla kendinizi ele vermiş olursunuz. İçinizin konuşmasıdır suskunluğunuz. Yaralarınızı ortalığa sermeden, kimseye göstermeden canınızın çok yandığını söyler. İhanetleri söyler, vefasızlığı söyler. Göğsünüz her daraldığında yeni hikâyelerle çıkar karşınıza. Ayrılıklarda dahi bir umut vardır der, damıtılmış gözyaşları ile gelen yitip gitmez bir umut.

İnsan, vefasını yitirmiş böylesi vakitlerin tesiriyle sessizliğe gömülünce, üstüne binip uzaklaşacağı devasa kanatlı bir kuşu olsun istiyor. Uzaklara gidip kurtulayım istiyor. Bir gül için binlerce dikene su verenlerin yanına varayım istiyor. Bir çiçek olayım; iyiliklerin, hatırda tutmaların, kavuşmaların gölgesinde büyüyeyim, olgunlaşıp çoğalayım istiyor. Zamanın durmasını murad ettiği o yerde olayım istiyor. Vakit geç olmadan yarım kalmış cümleleri tamamlayayım istiyor.

Ama içimizi dökmeye takatimiz kalmadığından beri kirpiklerimize düşen, vefasızlığın doğurduğu kederdir. Kalbimiz vefa yoksunluğundan, terk edilmişliğin solmuş çiçeğidir. Gözlerimiz vefa hasretinden derin bir çukur, dilimiz vefa özleminden sessiz, ilmiksiz bir düğümdür.

Bir sessizlik sizi hâkimiyeti altına aldığında ona inanın. Terk edilmiş bir bebeğin içinizde fırtınalar koparan sessizliğine inandığınız gibi inanın. Hep aynı görüntüyü taşır çünkü. Sert rüzgârların gül bahçelerini dağıtarak kendini göstermesi gibi onun şiddeti aklınızı, fikrinizi tarumar etse de ona inanın. Vefasızlığınız en çok da kendinizedir, dediğinde ona inanın. İçten bir sadakat yüreğe dokunduğunda sessizliğin bütün ihtişamı yerini vefaya bırakıyor. Ahdine sadık olmak üzere belli bir süreliğine yeryüzüne gelen insana vefanın yakıştığını, terk etmenin yakışmadığını öğrenmiştir sessizlik. Vefanın hayata ihanet katmamak olduğunu biliyor, ona inanın.

Dünya hayatıdır bu, her şey illaki gelip geçer, insan vefasıyla kalır.

Editör: Mehmet Çalışkan