Harun CEYLAN

DİB Kütüphane Arşiv Uzmanı

 2018 Ekim’inin 17’sinde, Beyaz Dilekçe’sinde “Sana âşık ruhumdur, merceği yakan ışık / Gözlerim, cemâlini görmeden de kamaşık” diye hitap ettiği Rahman’ın din gününü beklemeye durdu.

Karakoç, ilk şiirini yayımladığı 1942 yılından vefatına kadar şiiri, kendisi ve tüm insanlar adına bir hayat felsefesi olarak benimsemiş, bu yolda kendine özgü bir mecra açmayı başarabilmiş bir şairdir. Karakoç, şiiri, medeniyet inşasının en önemli unsurlarından biri olarak görmüş, Anadolu’nun millî ve İslami birikiminin şiirimizde mutlak surette belirleyici olması gerektiği ilkesi ile hareket etmiştir. Bu anlamda, Türk şiirinin 1940’lı yıllardan günümüze kadarki serüveninde bu ilkesinden ödün vermeden, milliyetçi-gelenekçi şiir anlayışını sürdürerek edebiyat dergilerinde boy göstermiş, kendisini örnek alan şairlerin yetişmesine vesile olmuştur. Ayrıca Kahramanmaraş’ta kurmuş olduğu “Dolunay” dergisi ve yayınlarının yanı sıra şairlerin bir araya gelip eserlerini paylaştıkları geleneksel “Dolunay Şiir Şölenleri” ile şiirin “ayağa kaldırılması” gayesini taşıyarak Türk şiirine takdir edilecek katkılar sunmuştur.

Karakoç, şiirin, halk kültürünün tam ortasında yetişmiştir. Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinin Cela Köyü’nde (bugünkü Ekinözü) doğan Karakoç’un babası “Kara Fakı” olarak bilinen Ümmet Karakoç’tur. Ümmet Karakoç, çocuklarına Fuzuli, Nabi, Şeyh Galip gibi Divan şairlerinden şiirler okuduğu gibi, onlara özellikle halk hikâyelerini anlatarak ve halk şiirlerini okuyarak millî kültürümüze ve İslami edebiyat ürünlerine aşinalık kazandırmış, şiir dünyalarının oluşmasında temeli atan isim olmuştur. (Bahaettin Karakoç’un kardeşi Abdurrahim Karakoç [1932-2012] da babasının bu tedrisinden geçmiştir.) Karakoç’un çocukluğunda, köy tabiatının da önemli bir yeri olmuştur. Köylerinin dört tarafı dağlarla çevrilidir. Bu dağlar arasında özellikle Salavan Dağı’na çıkan Karakoç, dağların insan ruhunda uyandırdığı gizem, sonsuzluk ve özgürlük duygularını küçük yaşlarında hissetmeye başlamıştır. Karakoç, bu şekilde içi içine sığmayan bir çocuk olarak tabiatın koynunda gelişip serpilir. Karakoç, çocukluğunu dolu dolu geçirdiğini, halkın değerleriyle büyüyerek, halktan biri olarak, halkın yüzyıllara yayılan sözlü ve yazılı kültürü içinde yetiştiğini ve sanatının gücünü de buradan aldığını şu şekilde ifade eder: “Çocukluğumu hatırlıyorum, bir gökkuşağı gibi renkliydi. Halk ezgileriyle, halk şiirleriyle serpilip geliştim. Çiğdemlerin, çağlaların ıslak tadında; lalelerin, yaban güllerinin renklerinde ve kokularında; kuşların ışıklı çığlıklarında ve tabiatla bütünleşen bütün güzelliklerde halkımın ölümsüz soluğunu duydum, sanat sırrına erdim ve mayalandım.”

Karakoç, küçük yaşlarda şiirler yazmaya ve bu şiirleri dönemin gazete ve dergilerine göndermeye başlar. 14 yaşında o dönemin önemli bir magazin dergisi olan “Yedigün”e bir şiirini yollar. Bu dergide, o dönem Nihad Sami Banarlı, “Cevaplar” adlı köşesinde, dergiye gönderilen şiirler hakkında kısa açıklamalar yazmaktadır. Banarlı’nın uygun gördüğü şiirler ise, diğer sayfalarda yayımlanmaktadır. Karakoç’un dergiye gönderdiği şiir, yayımlanmaz. Banarlı, çok kısa bir cevap verir. Cevap şöyledir: “Elbistan’da Bay Bahaettin Karakoç’a, ifadenize ve hayalinize daha kuvvet verirseniz halk edası ile güzel parçalar yazacağınız anlaşılıyor.” Karakoç, verilen bu cevap karşısında hayal kırıklığına uğrar ve aynı zamanda bir hayli öfkelenir. Karakoç, o zaman hissettiği kızgınlığı şu şekilde ifade eder: “Bunu okur okumaz bir şahlandım ki. Siz benim gibi bir şaire nasıl olur da böyle bir cevap verirsiniz. Kendimi şair sanıyorum. Şimdi her gençte görüyorum bu başkaldırıyı da gülümsüyorum. Çıktım harman yerine geziyorum böyle. Sanki bulutlar benim soluğumdan göklere fırlamış gibi. Ve orada kendi kendime söz verdim. Ben bunlara rağmen Türkiye’nin en iyi şairi olacağım diye. Ne tuhaf ama o sözümün peşinde yürüdüm bugüne kadar.” (Kendisiyle 2010 yılında yapmış olduğum röportajdan.)

Karakoç, 1962 yılında yayımladığı, çocuk şiirlerinden oluşan “Mevsimler ve Ötesi” kitabına kadar onlarca dergiye şiirlerini gönderir ve bu şiirlerden birçoğu yayımlanır. Bu yıllarda, daha önce yazdığı şiirlerin bir muhasebesini yapmaya başlar. Daha çok halk şiiri tarzında yazdığı bu şiirlerde, yeknesaklık çemberinden kurtulamadığı ve kendisini diğer şairlerden ayıracak bir üslubunun olmadığı sonucuna ulaşır.

Karakoç, muhasebesini yaparken şiirde sırf farklı olmayı hedefleyen gayretlere yüz vermez. Yüzünü, Anadolu’nun kültürel ve tarihî birikimine döner. Şiirin, bu topraklardaki macerası onu daha fazla ilgilendirecek, şiirin uzun bir geçmişe dayanan köklerinden faydalanarak yeni bir terkip oluşturulabileceğine inanacaktır. Bu yüzden, Anadolu insanının, isimlerini bugünlere kadar yaşattığı şairlere daha fazla eğilme, onları daha fazla anlamaya çalışma gayreti içerisine girer. Karakoç, bu isimlerin günümüze kadar gelebilmelerinin sırrının bir üslup meselesi olduğuna inanır ve onların başarılarında rol oynayan unsurların kendisinin de şiirini kalıcı kılacağını düşünür: “Mevlana geldi gözümün önüne, Karacaoğlan geldi, Şeyh Galip geldi, Yunus Emre geldi. Bunları bugün bile var kılan, bunları aşılmaz kılan unsurları tespit ettim. Ses olarak, mesaj olarak tespit ettim. …Yunus’un çizgisini ben bugünkü kültür birikimimle birlikte kaynaştırmaya çalıştım.” (Aysen Akdemir ve Muhsin Karabay, Türk Edebiyatı, S.253,1994, s. 35-39.)

Karakoç, “taşra”da sanatla uğraşmanın zorluklarını bizzat yaşamış bir şair olarak, Anadolu’nun taşra diye küçümsenmesine artık bir son verilmesi gerektiğini düşündüğünden 1986 yılında yayımlamaya başladığı “Dolunay” dergisini üç sene, emekli maaşını ortaya koyarak çıkarmış, sonunda maddi sebepler yüzünden dergiyi kapatmak zorunda kalmıştır. Dergi faaliyetinin yanında, 1987’de başlattığı “Dolunay Geleneksel Şiir Şölenleri”yle de Anadolu’nun değişik yerlerindeki tecrübeli şairlerle genç şairleri bir araya getirmiştir. Ayrıca vefatına kadar, kendisinin de çabalarıyla yaygınlaşmaya başlayan ulusal veya uluslararası şiir toplantılarının birçoğuna katılmıştır. Son olarak sanatkâr ruhlu her insanın ortak sitemi olan anlaşılamamak konusu üzerine Karakoç’un ifadelerine yer verelim:

“Kalubeladan beri muhacirim ben

Her nereye gitsem ensar karşıladı

Bir at, bir kurt, bir yılan anladı da

Kendi cinsimden olanlar anlamadı”

Editör: Mehmet Çalışkan