Enbiya YILDIRIM

Lügatte yönelmek, gitmek, ziyaret etmek anlamlarına gelen “hac” kelimesi fıkhi olarak bir ibadetimize karşılık gelir. Buna göre hac, Müslümanın belirlenmiş zaman dilimi içinde Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yaptığı gibi yaparak başta Kabe olmak üzere Arafat, Müzdelife ve Mina’yı ziyaret etmesi ve belirlenmiş olan dinî görevleri yerine getirmesidir. Bu görevleri yerine getiren kimseye de “hacı” denilir.

Haccın kalbi Kabe

İslami kaynakların verdiği bilgiye göre, haccın ve umrenin kalbini oluşturan kıblemiz Kabe’yi inşa eden Hz. Adem’dir. Zaten Kur’an’da, “Gerçek şu ki insanlar için yapılmış olan ilk ev, alemlere bir hidayet ve bir bereket kaynağı olan Mekke’deki evdir.” (Al-i İmran, 3/96.) buyrularak onun, ilk mabet olduğu belirtilmektedir. Hz. Âdem, inşayı bitirdikten sonra Kâbe’yi tavaf etmiş ve meleklerden öğrendiği şekliyle dua edip iki rekât namaz kılmıştır. İlerleyen süreçte kumlar altında kalan yapının temelleri Allah tarafından kendisine bildirilen (Hac, 22/27; İbrahim, 14/37.) Hz. İbrahim ile oğlu Hz. İsmail tarafından bulunarak yeniden inşa edilmiştir. Ayette bu hususa işaret edilerek “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber beytin temellerini yükseltirken...” (Bakara, 2/127.) buyrulmaktadır.

İnşa sonrası

Kâbe’nin inşasının tamamlanmasının ardından Allah (c.c.), Hz. İbrahim’e, “İnsanlar arasında haccı ilan et ki gerek yaya olarak gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde kendilerine ait birtakım yararları yakından görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için sana (Kabe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin hem de yoksula, fakire yedirin; sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o eski evi tavaf etsinler.” (Hac, 22/27-29.) emrini vermiştir. Böylece Hz. İbrahim, insanları hac için Kâbe’ye ilk davet eden insan olmuştur. Hacla ilgili menasiki de Rabbimizin gözetiminde yeniden belirlemiş ve Kâbe’nin her yıl haccedilmesi ibadetine öncülük etmiştir. Daha sonra da sevgili oğlu Hz. İsmail’i Mekke’de bırakarak Filistin’e dönmüştür. Bundan sonra Kabe, diğer peygamberler ile ümmetlerinin hac mekanı olmayı sürdürmüştür.

Cahiliye dönemi

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) risalet görevi öncesinde Kâbe tavaf ediliyor, Arafat ve Müzdelife’de vakfeye duruluyor ve kurban kesiliyordu. Lakin hac ibadeti asli hüviyetini nispeten yitirmiş, putperest unsurlar taşıyan bir ibadete dönüşmüş, en kötüsü de Kâbe’nin içi ve etrafı putlarla doldurulmuştu. Tavaf esnasında da eller çırpılıp ıslık çalınıyordu. Günah işledikleri elbiseleriyle tavaf yapmak istemeyen erkekler ise başkalarından elbise bulamamaları durumunda çıplak, kadınlar da avret mahallerini örterek tavaf ediyorlardı. Nitekim “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti.’ derler. De ki: Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (Araf, 7/28.) ayetinin bu kişilerle ilgili olduğu belirtilmektedir. (Kurtubi Tefsiri, VII, 187.) Bunun yanında, hac görevini bitirdikten sonra çeşitli etkinlikler düzenlenerek kutlamalar yapılıyor, şiirler okunup kabileler atalarıyla övünüyordu. Daha sonra Kur’an şu ayetle bu uygulamayı sonlandıracaktır: “Hac menasikini bitirince atalarınızı zikrettiğiniz gibi hatta ondan daha fazlasıyla Allah’ı zikredin...” (Bakara, 2/200.)

Hacılara sunulan hizmetler

Hacıların çoğunluğunu misafirler oluşturduğu için gelenlere çeşitli hizmetler sunulması gerekiyordu. Bunların başında da su (sikaye) ve yemek (rifade) ikramı geliyordu. İslam tebliği başladığı sıralar bu hizmetleri Resulüllah’ın (s.a.s.) amcası Ebu Talib üstlenmişti. Lakin maddi açıdan zayıflayınca bunu kardeşi Abbas’a devretti. Abbas da Mekke’nin fethine kadar bu iki hizmeti üstlendi. Resulüllah (s.a.s.) fetihten sonra her ikisini ondan bir süreliğine aldıysa da sonra tekrar iade etti. Hicretin 9. yılında Hz. Ebubekir’i hac emiri tayin ederek ona hacılara sunulmak üzere bir miktar gıda verdi. Veda Haccı’nda ise bu işi bizzat kendisi üstlendi. Sonrasında da halifeler, söz konusu hizmeti deruhte ettiler.

İmtiyazlara son

Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke’nin fethinden sonra Kâbe ve civarını şirk unsurlarından temizlemiştir. Bunun yanında “Biz Harem ehliyiz, Kâbe’nin bakımını üstleniyoruz.” diyerek Arafat’ta vakfe yapmayan, hac ve Kâbe ile ilgili çeşitli imtiyazlara sahip Kureyş ve müttefiklerinden meydana gelen kabilelerin imtiyazını, nazil olan “Sonra insanların -sel gibi- akın ettiği yerden (Arafat) siz de akın edin. Allah’tan mağfiret dileyin. Gerçekten Allah çok affedici ve esirgeyicidir.” (Bakara, 2/199.) ayeti vesilesiyle kaldırmış ve hacda herkese eşit statü sağlamıştır. (Kurtubi Tefsiri, II, 427.) Bu açıdan bakıldığında hac ibadetinin insanları eşit düzlemde bir araya getiren önemli ibadetlerden biri olduğu söylenebilir.

Yeni düzenlemeler

İslam’ın tebliğinden sonra bazı kesimler, Safa ile Merve arasındaki sa’y görevini putlara karşı yapıldığı ve hac menasikinden olmayan Cahiliye âdeti olduğu gerekçesiyle yapmıyorlardı. “Safa ile Merve şüphesiz Allah’ın şiarlarındandır. Her kim hac veya umre yaparak Beytullah’ı ziyaret ederse Safa ile Merve arasında tavaf (say) yapmasında bir günah yoktur. Kim gönüllü olarak bir hayır yaparsa şüphesiz Allah -onu- bilir, karşılığını verir.” (Bakara, 2/158.) ayetinin nazil olmasıyla birlikte bunun da hac menasikinden olduğu belirlenmiş oldu. (Kurtubi Tefsiri, II, 178.) Bunun yanında, Cahiliye dönemindeki çıplak tavaf ile Harem’e yiyecek içecek sokma yasağı “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde elbiselerinizi giyin. Yiyiniz içiniz fakat israf etmeyiniz. Zira Allah israf edenleri sevmez. De ki: ‘Allah’ın kulları için yarattığı ziyneti (elbise) ve güzel (helal) rızıkları kim haram kıldı!’ De ki: ‘Onlar dünya hayatında -inanmayanlarla birlikte- inananlar içindir. Kıyamet gününde ise yalnız müminlere aittir.’” (Araf, 7/31-32.) ayetleriyle kaldırıldı. (Kurtubi Tefsiri, VII, 189.) Hz. Peygamber’in kendisi de hicretin 9. yılında irat ettiği: “Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapmayacak, kimse Beytullah’ı çıplak tavaf etmeyecek.” (Buhari, 369.) emriyle hem çıplak tavafı kaldırmış hem de müşriklerin haccını sonlandırmış oldu.

Haccın farz kılınışı

Umre için hicretin 6. yılında Mekke’ye kadar gelen Müslümanlar içeri sokulmamış ve Hudeybiye Antlaşması yapılarak kurbanlar kesilmiş, ihramdan çıkılarak geri dönülmüştür. Sonrasında da Mekkelilerle ilişkiler hiçbir zaman iyi olmamış, bu nedenle hac, Mekke’nin fethinden sonra müyesser olmuştur. “Ona yol bulabilenlerin Beytullah’ı haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” (Âl-i İmran, 3/97.) ilahi buyruğuyla emredilen haccın hangi yılda farz kılındığı hususunda farklı yaklaşımlar olmakla birlikte bunun hicretin 9. yılında olduğu İslam âlimlerince genel kabul görmüştür. Nitekim Cabir b. Abdullah hadisindeki “Resulüllah -Medine’de- dokuz yıl haccetmeden bekledi; sonra onuncu senede Allah elçisinin hacca gideceğini halka ilan ettirdi.” (Müslim, Hac, 147.) ifadesi buna işaret etmektedir. Bu hacca, Resulüllah (s.a.s.) katılmamış ve Mekke valisi Attab b. Esid hac emirliği görevini yürütmüştür. Fethi takip eden yıl ise Resulüllah (s.a.s.) Hz. Ebubekir’i hac emiri tayin etmiş, Hz. Ali de Hz. Peygamber’in hacla ilgili verdiği direktifleri insanlara aktarmıştır. Bir sonraki yıl olan onuncu yılda da bizzat kendisinin riyasetinde hac görevi eda edilmiştir. Hacdaki hutbesinde bir sonraki yıl hac yapamayacak olmasını dile getirmesi (Müslim, Hac, 310.) nedeniyle de bu hac “Veda Haccı” olarak anılmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) sonrası

Resulüllah’tan (s.a.s.) sonra halifeler bizzat kendileri veya tayin ettikleri emirler vasıtasıyla haccın düzenli bir şekilde eda edilmesini sağlamışlardır. Nitekim Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer halifeliklerinin ilk yılında emir tayin etmişler, sonraki yıl ise bizzat kendileri haccetmişlerdir. Hz. Osman da halifeliğinin ilk ve son yılları hariç her yıl haccetmiş, Hz. Ali ise yaşanan siyasi karmaşa ve iç karışıklıklar nedeniyle hacca gitmeye fırsat bulamamıştır.

Hz. Muaviye dahil Hişam b. Abdulmelik’e kadarki halifelerin hacca gittikleri bilinmekle birlikte, Hişam’dan sonra hacca giden Emevi halifesi yoktur. Abbasilerde de Harunreşid’den sonra, devlet merkezinden uzun süre uzakta kalmanın doğuracağı endişelerden dolayı hacca giden olmamıştır.

Osmanlılar 1517 yılında Hicaz’ı Memlüklülerden alınca haccın organizasyonunu da üstlenmiş oldular. Ayrıca Yavuz Selim ile birlikte Sultanlar “Hadimu’l-Haremeyn” unvanını kullanmaya başladılar. Dünyanın farklı coğrafyalarından gelen hacıların başta yol emniyeti olmak üzere Mekke’de konaklamaları dâhil her türlü hizmetlerini görmek için büyük bir çaba sarf ettiler. Sultanlar, devlet merkezini uzun süreli terk etmenin muhtemel riskleri ve yaşanan savaşlar nedeniyle hac görevini eda edemediler. Bununla birlikte, Mekke’nin imarına yönelik çabaları yanında maddi destek ve hediyelerle Kâbe’ye ve müminlere olan içten sevgilerini her zaman gösterdiler.

Resulüllah’ın (s.a.s.) hacca verdiği önemin hikmeti

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kendi başına kıldığı “farz namaz” bilinmemektedir. Şayet Medine’de ise Mescid-i Nebevi’de, şehir dışında ise cemaatle birlikte kılardı. Bu, birlikte ibadet etmeye verdiği önemin açık bir göstergesidir. Çünkü o, hayatın merkezine Müslümanlarla birlikte olmayı koymuştur. Müminleri bir araya getiren en geniş katılımlı ibadet olan hacca olağanüstü bir önem vermesi de bundandır. Kaldı ki diğer ibadetler gibi Yüce Allah’ın talebi de bu yöndedir (Âl-i İmran, 3/97.) ve Hz. Peygamber de aslında bu talebi gerçekleştirmiştir. Bu yüzden, hacla ilgili pek çok hadis buyurmuş ve bu kutsal görevi İslam’ın beş şartından biri olarak saymıştır. (Buhari, 8.)

Allah ve Allah Resulü’nün talebi, Müslümanlar tarafından hakkıyla anlaşılmış ve müminler ellerine geçen her fırsatta hac ibadetini yerine getirmeye gayret etmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber’in (s.a.s.) etrafında en çok sahabisinin bulunduğu zaman dilimi hac olduğundan onun bu ibadet süresince yaptığı ve söylediği her bir şey en ince teferruatına kadar sahabenin fiilî ve sözlü nakliyle kuşaklar boyunca aktarılarak olduğu gibi korunmuştur. Müslümanın, bitkiler de dâhil hiçbir şeye zarar vermeden (Buhari, 112.) dünyadan âdeta soyutlanarak Rabbine yöneldiği ve farklı coğrafyalardan gelen kardeşleriyle ümmet ruhunu pekiştirdiği hac ibadeti bugün de Müslümanlığın şiarlarından biri olmaya devam etmekte, İslam dünyası arasındaki bağları kuvvetlendirme açısından çok büyük bir işlev görmektedir.

Velhasıl hac

Mekke uçakla İstanbul’a 2.400, Köln’e 4.345, Pekin’e 7.385, New York’a 10.306, Sydney’e 13.231 kilometre uzaklıktadır. İnsan, sırf yaratıcısına kulluk etmek için bu kadar mesafeyi aşar. Ve bu ibadet her açıdan fedakârlık gerektirir. Öncelikle maddi harcama yaptırır. Bunun yanında, pek çok zorlukları nedeniyle bedenî olarak da yorucudur. Ayrıca, işi gücü bir yana bırakmayı, yurdundan veya yerleştiği yerden uzaklaşmayı, tanımadığı milyonlarca insanla bir arada olmayı gerektirir. Neresinden bakılırsa bakılsın zahmetli bir ibadettir. Zorlukları fazla olduğundan Allah katındaki ecri de çok fazladır. Bundan dolayı Hz. Peygamber, “Kabul olmuş haccın karşılığı cennettir.” (Müslim, Hac, 437.) buyurmuşlardır. Bir keresinde de Hz. Nebi’ye “En üstün amel hangisidir?” diye sorulmuş, o da şu cevabı vermişlerdir: “Allah ve Resulü’ne iman etmektir.” Ardından, “Sonra hangisidir?” diye sorulunca “Allah yolunda cihad etmektir.” buyurmuşlardır. “Sonra hangisidir?” diye üçüncü kez sorulunca da şu cevabı vermişlerdir: “Makbul olan hacdır.” (Buhari, 26.)

Unutmamak gerekir ki hac, Resulüllah’a (s.a.s.) uymanın, onun peşinden gitmenin en büyük göstergelerinden biridir.

Editör: Mehmet Çalışkan