Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ

Çünkü insanın gözü, kulağı ve tatma duyusu varsa doğal olarak görme, duyma ve tatma arzusu da olacaktır. Ancak kafama takılan, bu arzuları gerçekleştiğinde sanki hiç böyle bir istek duymamış gibi davranmalarıdır. Bakıyorsun bir anda gördüğünden yüz çeviriyor, duyduğuna sırtını dönüyor; tattığını terk edip gidiyor. Nedir bunun anlamı?

İnsanoğlu var olduğundan beri meraklarının peşinde sürüklenmiştir. İnsanın en baskın merakı görme hususundadır. İşte tam bu noktadan aldanmış ve aldatılmıştır o. Bu hâlâ devam etmektedir. Tatma, dokunma ve koklama duyuları da bundan aşağı değildir. Yüce Allah ilk insanlar Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı boşuna mı anlattı bize? Onları, İblis tam da bu duyuların doğurduğu meraklarla aldatmadı mı? Yasaklanmış ağacı gösterdi ve içlerine fısıldadı. “Ey Âdem ve Havva! Rabbiniz bu ağacı size niye yasakladı, bilir misiniz? Sizler melek olmayasınız ve ebedî hayata erişmeyesiniz diye.” İşte bu ayartıcı vesveseyle aldı bir merak Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı. Merakları görme ve tatma hırsına dönüştü. Sonra ne oldu? Gördüler, tattılar ve kaybettiler… Yanıldıklarını ve aldatıldıklarını ancak o zaman anladılar ama olan olmuştu. Allah’ın “Bu sizin düşmanınız.” dediği şeytanın gösterdiğini görme arzusuna kapılmışlardı. Hâlbuki Yüce Allah, onlara eşsiz bir cennet vermişti. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındaydı. Ama onlar bununla yetinmediler. Şeytanın vesvesesine kandılar ve kaybettiler… Tattıkları şeyin lezzeti de bir an dudaklarında kaldı ve kayboldu… Ne tattıkları kalıcı oldu ne de gördükleri… Bunlar gösteriyor ki duyularla elde edilen hazların geçiciliği, dünyanın geçiciliğini bize anlatan en çarpıcı göstergedir. Şöyle çevremize baktığımızda arzularının tutkunu olan nice insanın, ulaştıktan sonra bu arzularının nasıl söndüğünü veya nasıl bir hayal kırıklığı yaşadıklarını görürüz. Öyleyse dünyanın geçici olduğunu dışarıda aramaya gerek yok. Kendimize bakmamız, yeterli.

Peki şeytana uyduktan sonra, ne oldu Hz. Âdem ve Hz. Havva’ya?

Yüce Allah merhamet sahibidir. Onlara bütün isimleri öğrettiği gibi aldatılmışlık hâlinden kurtulmanın yolunu da gösterdi. Onlar, İblis gibi isyanda ısrar etmediler. Allah’tan gelen kurtuluş ipine sarıldılar ve kurtuldular. Kendini bilen Rabbini bilir, Rabbini bilen kurtuluşa ererdi. Onlar da kendilerini bildiler, döndüler Rablerine ve içten duygularla yalvardılar: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik. O kadar nimetin kıymetini kadrini bilemedik. Şeytana uyduk, emrine isyan ettik. Senden başka bir sığınağımız olmadığını da biliyoruz. Bu adi şeytan bizi aldattı ve yüz üstü bırakıp gitti. Eğer sen merhamet etmezsen bizler kaybetmişliğe mahkûm oluruz.” Yüce Allah da hemencecik özürlerini kabul etti ve onları bağışladı. Çünkü Allah’ın rahmeti bol ve bağışlaması hızlıdır. Özür dilemeyen İblis kaybetti, hatasını anlayan ve düzelten Hz. Âdem ve Hz. Havva kazandı. Çünkü Yüce Nebi’nin buyurduğu gibi “Hatasını bilen ve Allah’tan samimiyetle özür dileyen, hemencecik bağışlanır ve hiç günah işlememiş gibi tertemiz kılınır.” İblis’in kaybetmesinin sebebi, Allah’ın buyruğuna değil de yaratılış maddeleri olan ateş ve toprağa bakıp alakasız bir kıyasta bulunmasıydı. Anlayacağınız, yüzeysel ve bireysel bakışı onu aldatmıştı. Hâlbuki gördüğünü, duyduğu ile birleştirse ve akıl terazisinde tartsa hakikati görecekti. Tek bir duyu verisiyle yola çıkanın ve bireysellik bencilliğine kapılanın sonu, işte böyle hüsrandır.

Demek ki hocam, duyularının peşine düşen ve duygularına esir olan insanlara Yüce Rabbimiz bir örnek olsun diye anlatıyor bütün bunları. Kur’an’daki kıssalardan öğreneceğimiz çok şey var öyleyse. Neyi görürüz, neyi göremeyiz veya neyi nasıl görmeliyiz?

Tam da dediğin gibi görmenin de bir yolu, yöntemi ve edebi vardır. Yolunu bilmeyen şaşırır, yöntemi kullanmayan hedeften şaşar, edebi göz ardı eden ahlak duvarına toslar… Allah insana beş duyu vermiş ve bunların her birine ayrı bir görev alanı belirlemiş. Öyleyse her bir duyunun kullanılacağı alan ve sınırlar vardır. Alanın dışına çıkmak ve sınırları görmemek insanı yoldan çıkarır. Tatma duyusuyla anlaşılacak bir husus, gözle anlaşılmaz. Misal: yemeğe bakarak tadını anlayamazsın. Görmenin de bir yöntemi vardır. Göreceğin şeye önce bakman, bakarken de aklını ona vermen yani dikkatini toplaman gerekir. Dikkatsiz baktığın bir şeyi, burnunun ucunda olsa bile göremezsin. Öte yandan görülebilecek şeylere bakmak gerekir. Görülemeyeceği bildirilen veya bakılmaması gereken hususları görmeye kalkışmak, hem alanı hem de sınırları aşmak demektir. Yüce Allah’ın bu dünyada görülmeyeceği bize bildirilmişse, görmek sevdasına kapılmak boş hayal peşinde koşmaktır. Nitekim Firavun, veziri Haman’a “Ey Haman! Bir kule yap, şu Musa’nın Tanrı’sı var mı yukarıda, bir bakayım.” demiş. Zavallı Firavun, Allah’ın gökte olduğunu zannediyor. Hâlbuki Hz. Musa ona Allah’ı görebilirsin diye bir bilgi de getirmiş değildi. Onun getirdiği mucizelerdeki hakikati göremedi. Çünkü aklını kullanarak dikkatli bakmadı. Allah’ın varlığının delili yanına gelmişti ama göklerde aramaya kalkıştı… Hakikati bıraktı, hayal peşine düştü. Denizin tam ortasında hakikati anlamıştı ama iş işten geçmişti.

Peki hocam, bakılmaması gereken şeyler var dediniz. Allah göz verdiyse bakarız ve görürüz. Bunda ne var?

İşte bu dediğin, tam da görmenin edep noktasıdır. Her görülene bakmak, her perdeyi kaldırmak doğru değildir. Her şeyi görmeye kalkışmak görmenin edebine aykırıdır. Nasıl ki fren kullanılmadığında arabanın çarpması veya yoldan çıkması kaçınılmazsa göz frenlenmediğinde de edep ve ahlak duvarları yıkılabilir. Bazen bu, başkasının hakkına ve helaline tecavüz noktasına kadar varır. İnsanların özelleri, mahrem alanları vardır. Herkesin başkasının özeline saygı göstermesi gerekir.

Peki hocam, Peygamber Hz. Musa da Allah’ı görmek istedi.

Doğrudur. İstedi ve olmayacağını da Yüce Allah ona gösterdi. Bu bize büyük bir dersti aslında. Ama bu dersi Yahudiler almadılar. Tutturdular, “Açıkça Allah’ı görmeden sana asla inanmayız.” dediler. Akılları sıra Hz. Musa’yı zora sokmak istediler. Dediler de ne oldu? Büyük bir hüsran… Çölde kırk yıl dolaşmaya mahkûmiyet. Acaba böylesi davranışlarından mıdır, en katı ateistlerin onların içinden çıkması? “Görmediğime inanmam.” diyen ateist, şeytanın yüzeysel bakışının hafifliğine kapılan ve esen her rüzgârın önünde savrulan yaprak gibidir. Bir bilse ki insanın sahip olduğu bilgilerin çoğu görmekten değil, duymaktandır. Kulağımızla elde ettiğimiz bilgilerdir hayatı yönlendiren ve kolaylaştıran. Düşünsenize bir insan, sıfır bilgi düzeyinden başlasa ve sadece gördükleriyle bilgi edinmeye yeltense, ne kadar uzun olursa olsun, bir ömür içinde ne kadar bilgi edinebilir. Öyleyse her duyunun hakkını vermek gerek. Kararlarımızı tek duyuya indirgemeden ve aklı devre dışı bırakmadan almak gerek… Allah’ın verdiği bu kadar nimet, değerlendirebilen için yeter de artar da…

Editör: Mehmet Çalışkan