GERÇEK MUTLULUĞUN SIRRI

Dr. Abdülkadir ERKUT

DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin söz ve davranışlarını dikkatle izleyip ayet ve hadislerin maksat ve hikmetlerini öğrenme fırsatını elde etmiş, ileri sürdüğü isabetli görüşleriyle dikkatleri üzerinde toplamış bir sahabedir. Hilafeti döneminde bir gün kendisine Irak bölgesinden toplanan vergi gelirleri getirilmişti. Yanındaki hizmetçisi ile birlikte vergi gelirleri içinde yer alan develeri saymaya başladı. Develerin sayısının oldukça fazla olduğunu gören Hz. Ömer, “Allah Teâlâ’ya hamdolsun.” demeye başladı. Yanındaki hizmetçi ise -Yunus suresinin 58. ayetine gönderme yaparak- “Bunlar, Allah’a yemin olsun ki O’nun lütfundan ve rahmetindendir.” dedi. Hz. Ömer bunu duyduğunda “Doğru söylemedin.” diye karşılık verdi ve şunu ekledi: “Allah Teâlâ’nın ‘De ki: Ancak Allah’ın lütfu ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler.’ ayeti ile söylediği şey bu mallar değildir. Bu mallar -ayetin sonundaki- onların dünya malı olarak topladıklarındandır.” (İbn Kesir, Tefsir, IV, 275)

Kur’an-ı Kerim, insanın değer dünyasını tanzim etmekte, hayata rehberlik edecek değerlerin öncelik sıralamasına dikkatleri çekmektedir. Ayet-i kerimede “Allah’ın lütfu ve rahmeti” ifadesi cümlenin başına alınarak tahsis edilmiş, “İşte bunlarla sevinsinler.” diye tekrarla vurgu yapılmıştır ki bunun anlamı şudur: Sevineceklerse Allah’ın lütfu ve rahmeti ile sevinsinler. Çünkü dünyada gerçek anlamda sevinmeyi hak edecek bir şey varsa o da Allah’ın lütfu ve rahmetidir. (Zemahşeri el-Keşşaf, II, 353.) Lütuf ve rahmet kelimelerine çeşitli anlamlar verilmiştir. Bunlar; İslam ve Kur’an, Kur’an ve İslam, Kur’an ve sizi ehlinden kılması, ilim ve Hz. Muhammed, İslam ve onu kalplerde süslemesi, Kur’an, Kur’an ve sünnet, tevfik ve ismet şeklinde sıralanabilir. (İbnü’l Cevzi, Zadü’l-Mesir, II, 335- 336.) Lütuf ve rahmetin ne olduğuna dair Hz. Peygamber’den sahih bir rivayet gelmediğinden, tercih edilen, lütuf ve rahmetin bu zikredilen görüşlerin hepsini içine alacak şekilde anlaşılmasıdır. Bunların içinde Kur’an’ın lütuf ve rahmet oluşu ilk sırayı alır. (Şevkani, Fethu’l-Kadir, II, 516.) Çünkü öncesindeki ayette; öğüt, kalplere şifa, hidayet ve rahmet olan Kur’an’ın indirildiği ifade edilmektedir. (Yunus, 10/57.) Bu ayette ise Kur’an’da yer alan lütuf ve rahmetin insanların elde ettikleri dünya metaından daha üstün, bu yüzden onların sevinmesi için daha uygun olduğunun duyurulması istenmektedir. Kur’an’ın, onun içindeki hakikatlerin, Allah’ın hem lütfu hem de rahmeti olduğu beyan edilmekte; muhataplar, peygamber gönderilerek kendilerine öğüt, şifa, hidayet ve rahmet olan Kur’an’ın indirilmesindeki Allah’ın lütuf ve rahmetini idrak etmeye davet edilmektedir. Dolayısıyla başta Kur’an olmak üzere İslam dininin vaz ettiği esaslar, telkin ettiği bütün değerler Allah’ın insanlara lütfu ve rahmeti cümlesindendir.

İlahi lütuf ve rahmetin bahşettiği manevi mutluluk, cismani mutluluklardan daha üstündür. Çünkü maddi lezzetler, safi değildir; aksine safiyetlerini bozacak, insana elem verecek türlü hâllerle karışık bulunmaktadır. Üstelik devamlı da değildir; bir süre sonra zevale mahkûmdur. Lezzet ne kadar çok olsa onun kaybından duyulacak üzüntü de o kadar çok olacaktır. Oysa Allah’ın lütuf ve rahmeti, sevinç ve mutluluğun esasını teşkil etmektedir. İlahi lütuf ve rahmette kalbin itminanı, ruhun sükûnu, vicdanın rahatı söz konusudur. Onların verdiği lezzet, dünya metaının verebileceği her lezzetin üstünde manevi bir lezzettir. (Rad, 13/28.) “Bu, onların topladıklarından daha hayırlıdır.” ifadesinden, ilk başta mal toplama anlaşılsa da cümle, insanın elde etmek istediği her şeyi içine almaktadır. Bu yüzden insanın nefsani arzularının tamamını içerecek şekilde de yorumlanmıştır. Karşı cinse ilgi duyma, soyunu devam ettirme, sermaye sahibi olma, diğerlerine hükmetme, beğeni kazanma, makam, mevki ve şöhret sahibi olma, güzel vakit geçirme, hayvanlardan, bitkilerden ürün elde etme özellikleri, nefsani arzuların öne çıkan örnekleridir. (Al-i İmran, 3/14.) Ayet-i kerimenin son kısmı, “Bu (lütuf ve rahmet), müşriklerin topladıkları mallardan daha hayırlıdır.” şeklinde de anlaşılmıştır. Çünkü Mekke Dönemi’nde genel olarak Müslümanlar, müşriklerden daha güçsüz ve yoksul idiler. Varlıklı olanlarının mallarına da müşrik akrabaları onları dinlerinden döndürmek için el koyuyordu. Müşrikler ise birçok ayette varlıklı ve refah içindeki kişiler olarak nitelendirilmiştir. (Müzzemmil, 73/11; Kalem, 68/14-15; Hümeze, 104/4.)

Gerçek, yukarıda zikredildiği gibi olmasına rağmen Kur’an-ı Kerim’de inkârcıların, mutluluğu dünya hayatında aradıkları ifade edilmektedir. Çünkü onlar dünya hayatında elde ettikleri ile sevinmekte, dünyalıklar ile tatmin olmakta, ahireti önemsememektedirler. (Rad, 13/26.) İçinde bulundukları iyilik hâlinin sürekli devam edeceğini zannetmekte, dünyanın ellerinden çıkıp gittiğini fark edememektedirler. Dünyada nail oldukları nimetlere şükürle karşılık vermemekte; tam tersine bu nimetler onları şımarıklığa, kendini beğenmeye, insanlara karşı kibirlenmeye ve onları küçük görüp ezmeye yöneltmektedir. (Hud, 11/10.) Zira inkârcılar ahirette elde edilecek bir mutluluk kabul etmediklerinden, onların nihai gayeleri dünyada mutluluğa ulaşmaktır.

Mutluluk, insanın özlemlerine eksiksiz ve sürekli olarak ulaşmaktan duyduğu sevinç hâlini ifade eder. İnsanoğlu maddi lezzetlerle mutluluğu elde edebileceğine dair bir yanılsama içindedir. Şüphesiz bu düşünce, sahte bir mutluluğun ifadesinden ibarettir. Zira maddi lezzetler insana haz verse de aradığı huzuru ona verme imkânına sahip değildir. Yunus suresinin 58. ayeti gerçek mutluluğun sırrını bizlere tek bir cümlede özetlemekte; gerçek mutluluk için, değerler skalasında manevi değerlerin maddi değerlerden önde olması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu, insanın dünya hayatı ile ilgili gereklilikleri dikkate almaması, bu konuda kendisine yüklenen sorumlulukları ihmal etmesi anlamına gelmemektedir.

Müslümanlar geçmişte manevi değerleri önceledikleri; i’lay-ı kelimetullahı gaye edindikleri, adaletin, ıslahın, ihsanın, ilmin ve irfanın talipleri olduklarında, Allah kendilerine kimseye nasip olmayacak nimetler de bahşetmiştir. Ancak dünyalık elde etmek asıl amaç hâline gelip himmetler dünyaya yöneldiğinde ve dünya ile sevinir hâle geldiklerinde, bir değer erozyonu ile karşı karşıya kalmışlar, sonuçta dünyaları da ellerinden kayıp gitmiştir. Bu, Rabb’imizin bir kanunudur ki kelamında onu şöyle ifade etmiştir: “Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına vaatte bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nur, 24/55.)

Editör: Mehmet Çalışkan