İhsan ÜNLÜ
DİB Başkanlık Müşaviri

Kaynağını Kur’an (Ahzab, 33/33; Şura, 42/23.) ve sünnetten (Tirmizi, Menakıb, 31; Buhari, Şehadet, 9.) alan ehl-i beyt sevgisi, Müslümanların inanç ve kültür atlasında önemli bir yer teşkil eder. Âlemlere rahmet ve insanlığa model olarak gönderilen Allah Resulü (s.a.s.), o güzel vasıflarını, ehl-i beyti vasıtasıyla ortaya koymuştur. Onun mübarek sözleri, hâl ve hareketleri, sevgili eşleri tarafından ümmete bildirilmiştir. Dolayısıyla Kur’an ve sünnete dayalı bir hayatı sürmenin yolu, peygamberin emaneti olarak ümmete bırakılan ehl-i beyt üzerinden geçmektedir.

İslam tarihinde Hz. Hasan neslinden gelenlere “şerif”, Hz. Hüseyin soyundan gelenlere “seyyid” adı verilmiş; kendilerine hürmet ve muhabbet göstermek Hz. Peygamber’i sevmenin bir işareti kabul edilmiş, halk arasında ayırt edilebilmeleri için farklı kıyafetlerle dolaşmaları sağlanmıştır. İsimleri, şecereleri ve ahlaki durumlarını tespit eden teşkilatlar kurulmuş, sadaka almaları haram kılındığı için kendilerine beytülmalden maaş bağlanmış, menfaat elde etmek amacıyla peygamber soyundan geldiklerini iddia eden yalancılar ise cezalandırılmıştır. (İhsan Ünlü, Ehl-i Beyt Ocağı Alevilik, Popüler Yayınları, İstanbul-2008, s. 106.)

Horasan üzerinden Anadolu’ya gelen “seyyidlik kurumu”, Hz. Hüseyin soyundan gelen ehl-i beyt ile Türkmen oymaklar arasında hısım akraba ilişkileriyle oluşmuştur. Kur’an ve sünnetin öğütlediği din esaslarını, ehl-i beytin adalet, merhamet ve muhabbete dayalı yorumundan öğrenen insanlar,  Sevgili Peygamberimizin önderliğine ve evlad-ı Resul’e bağlılıklarını tarih boyunca devam ettirmişlerdir.

Pir-i Türkistan olarak da anılan Hoca Ahmet Yesevi’nin yetiştirdiği talebeleri Orta Asya’da sevgi ve saygı ile muamele görmüştür. Peygamber nesli, daha sonra İslam’ın yeni coğrafyalara yayılması, yeni gönüllere girmesi amacıyla Anadolu’ya gelmişlerdir.
Osmanlıların ehl-i beyte ve ilim ehline gösterdikleri saygı ve ilgiden dolayı neredeyse bütün İslam beldelerinden birçok seyyid-şerif ve nice mümtaz ilim ehli, kendi memleketlerini bırakıp Osmanlıların hâkimiyeti altında olan bölgelere hicret etmişlerdir. Osmanlılar, idarecileri ve tebaasıyla bu necip muhacirlere maddi ve manevi her türlü desteği sağlamış, ilgi ve saygıda kusur etmemişlerdir. (Baki Yaşa Altınok, Alevilik-Bektaşilik, Oba Kitabevi, İstanbul-1998, s. 134)

Ehl-i beyte gösterilen bu hürmet ve muhabbet sebebiyle Müslüman beldelerde bulunan ehl-i beyt mensuplarına mahsus bazı özel kaideler konmuş; teşkilatlar kurulmuş, onlara reis tayin edilmiş ve vergiden muaf tutulmuşlardır. Anadolu Selçukluları ve sonrasında Osmanlılar, öncekilerin yolunu takip ederek ehl-i beyti risalet ağacının semeresi ve Resulüllah’ın ümmetine emaneti olarak kabul etmişlerdir.

Bu çerçevede özellikle Osmanlılar, çeşitli müesseseler, özel kanun ve uygulamalar ile peygamber nesline tarihte eşine ender rastlanan bir muhabbet ve alaka göstermişlerdir. Cemiyet içinde rencide olunmamaları ve saygınlıklarının korunması amacına matuf zekât alamadıklarından dolayı kendilerine hususi maaş bağlanmıştır. Onların halk arasında tanınması için çeşitli dönemlerde özel kıyafetler düzenlenmiştir.

Osmanlı Devleti, kendisinden önceki Müslüman-Türk devletlerinde olduğu gibi ehl-i beyt mensupları için izzet ve şereflerini muhafaza, haklarını ve itibarlarını koruma gayesi ile özel teşkilatlar kurarak hususi kaideler getirmiştir. Bu teşkilatların başında “Nakîbü’l-Eşraf” müessesesi gelmektedir. Ehl-i beyte son derece saygılı olan, onları her zaman takip ederek incitilmelerine izin vermeyen, isimlerini, şecerelerini, ahlak ve davranışlarını özel bir deftere kaydeden, menfaat için bunların arasına karışmaya çalışanları yakalayıp cezalandıran bu teşkilatın faaliyeti devletin yıkılışına kadar devam etmiştir.  (Murat Sarıcık, Kavram ve Misyon Olarak Ehl-i Beyt, İstanbul-1997, s. 223...)

Ehl-i beyt sevgisi ortak paydadır

Ehl-i beytin özellikleri, faziletleri, menkıbeleri ve maruz kaldıkları üzücü olayları konu edinen müstakil eserler yazılmıştır. Bununla ilgili kadim yerleşim yerlerinde hâlâ menakıpnameler, cenknameler, gülbengler, mersiyeler görmek mümkündür. Osmanlı döneminde Hicaz’a gitmeden önce ziyaret edilecek yerlerin arasında Kudüs’le birlikte ehl-i beytin merkezi olan Necef, Kerbela, Bağdat da yer almıştır.

Kadim zamanlardan bu yana İslam âlemini irşat eden Zeynel Abidin, Cafer-i Sadık, Abdülkadir Geylani, Yunus Emre,  Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli gibi nice büyük mürşitlerin neslinden gelen bir milletiz. Tarihte, İslam’a büyük hizmeti bulunan necip bir millet olarak ehl-i beyte ayrı bir değer ve önem vermişiz. Her zaman onlardan övgü ve sevgiyle bahsetmişiz, tarihte onlara yapılan zulümlere hep birlikte ağlayıp sitem etmişizdir.

Onların sevgisini yaşatmak için asırlar boyunca çocuklarımıza Ahmet, Mehmet, Ali, Hasan, Hüseyin, Fatma, Hatice isimlerini koymuşuz. Onların menkıbeleri, fazilet dolu yaşamları her zaman sohbetlerimizin vazgeçilmez konuları arasında yer bulmuştur. Gönül coğrafyamıza baktığımızda en çok ehl-i beyt isimlerinin yaygın olması tesadüf değildir. Bunun yegâne sebebi, ehl-i beyt sevgisinin insanımızın ortak paydası olmasıdır. Âşıklarımız, ozanlarımız, şairlerimiz en güzel duyguları, hüsnü ahlakı,   adalet, asalet ve fazileti, onlardan ilham alarak anlatmışlardır. Onlar, insanlara rol model olmuşlardır.

Onların örnek evlilikleri ve yaşantısı kültürümüze de yansımış olup yeni evlenen çiftlere örneklik teşkil etmiştir. Anadolu’da hanımlar yoğurt mayalarken, turşu kurarken, hamur yoğururken, evin geçimi iyi olsun diye ocağa şeker atarken, hasta olan kimsenin sırtını sıvazlarken, “El benim elim değil, Fatma Ana’nın eli.” diyerek başlar ve bitirirler. Bu vesileyle bir anlamda Pençe-i Al-i Aba vesilesiyle şifa umulmaktadır. Yine evlenen çiftlere, “Yuvanız ehl-i beyt yuvası gibi huzurlu olsun.” dileğinde bulunulur.

Yunus Emre, gönlündeki ehl-i beyt sevgisini mısralara şu kelimelerle taşımıştır: 

“Şehitlerin ser çeşmesi evliyanın bağrı başı, 
Fatma ana gözü yaşı, 
Hasan ile Hüseyin’dir.”
Hazret Ali babaları, Muhammed’dir dedeleri,
Arşın iki gölgeleri
Hasan ile Hüseyin’dir.” 
(Yunus Emre Divanı, Maarif Kitaphanesi, İstanbul-1954, s. 274.)

Ehl-i beyti seven milletimiz, onlara yapılan haksızlıkları, kendi yakınlarına yapılmış kabul ederek üzülmüş, bu ızdırap dolu duygularını mersiyelere dökmüşlerdir. Niyazi Mısrî, Hz. Muhammed’in ehl-i beytine olan sevgisini ve onlara reva görülen eziyetlere üzüntüsünü, şu satırlarda dile getirmektedir:

“Ol Hasan hazretlerine zehr içirdi eşkıyâ,
Hem Hüseyin oldu susuzluktan şehîd-i Kerbelâ,
İkisidir aslı nesli cümle âl-i Mustafa,
Ben anın âl’ine evlâdına kurban olayım.” 
(Niyazi Divanı, Maarif Kitaphanesi, ts., s. 114.)

Alevisi Sünnisi hepimizi ehl-i beyt sevgisinde buluşturan noktalardan birisi de her namazda Ettahiyyatü’den sonra okuduğumuz “Allahümme Salli” ve “Allahümme Barik” duaları ile ehl-i beytin ruhlarına gönderdiğimiz hediyelerdir. Milyarlarca Müslüman, yüzlerce yıldır bu duayı her gün en az yirmişer kez okumaktadır.

Camilerimizde bulunan ilk dört halifenin isimlerinden sonra Hasan ve Hüseyin efendilerimizin de isimlerinin yer alması bir tesadüf değildir. Cuma namazlarında din görevlilerinin hutbenin sonunda ettikleri duanın içerisinde ehl-i beyti de anmaları bunun en güzel örneğidir.
Bütün bunlar da gösteriyor ki ehl-i beyt sevgisi bizim kültür mozaiğimizin ayrılmaz bir parçasıdır. İnanç ve kültür harcımızın çimentosudur. Bu sevgi kimsenin tekelinde değil, herkesin ve her kesimin kalbinde, vicdanında vardır ve olmalıdır. Bu sevgi pınarı asırlar boyunca bizim engin hoşgörümüzün ve alicenaplığımızın kaynağı olmuştur. İşte bu nedenlerle bu sevgi ayrışma, parçalanma sebebi değil bilakis dayanışma ve kaynaşma vesilesi olmalıdır.

Ehl-i beyt etrafında odaklanan bu sevgi halesi, tarih boyunca nasıl bizi bir arada tutmaya yettiyse günümüzde de bazı güçlerin her türlü fitnesine rağmen bizi barış ve kardeşlik içerisinde yaşatmaya devam etmelidir.

Hacı Bektaş-ı Veli’nin ifadesiyle “Bir olmaya, iri olmaya, diri olmaya” her zamankinden daha çok ihtiyacımız olan şu zamanda, teferruatlara takılıp kalmak yerine ehl-i beyt eksenli ortak temalara yoğunlaşmak gerekir.

“İncinsen de incitme!” diyen, yetmiş iki millete aynı gözle bakan, “Ne olursan ol yine gel!” diyen bir ecdadın torunları olarak birbirimizi dışlama ve ötekileştirme gibi bir lükse sahip değiliz. Bilakis, “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurat, 49/10.) ayet-i kerimesinin ışığında, “İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.” (Müslim, İman, 93.) hadis-i şerifi’nin gölgesinde birbirimizi farklılıklarımızla birlikte sevmek ve anlamak zorundayız.

Sonuç olarak

Ehl-i beyt, Alevisi Sünnisi hepimizin üzerinde ittifak ettiği, fazilet ve meziyetlerinin gün gibi ortada olduğu, kaynaklarımızın en güzel sayfalarını süsleyen model insanlardır. Onların faziletleri hususunda ciltler dolusu kitaplar yazılmış, yazılmaya da devam edecektir. Yine âşıklarımız ve ozanlarımız en güzel şiirlerini ve nefeslerini onlar hakkında yazmışlardır. Bugün o şiirleri ve yazıları okuyarak o güzide neslin yâd-ı hayaliyle yaşıyoruz.

Editör: Mehmet Çalışkan