Selvigül KANDOĞMUŞ ŞAHİN

Hâlbuki asıl gafiller onlardır. Günlerimiz güzel geçsin, diyorsun. Günün geceden, iyinin kötüden çıktığını görmüyor musun? Öyleyse sık sık ama iradenle cihad ederekten, sık sık öl ki yine sık sık dirilesin.” Üstad Nurettin Topçu, Var Olmak kitabında böylesine etkili satırlarla seslenir okura. Yolcu olan, yolcu olmak için yola revan olan insanoğluna hatırlatır her daim dünya yolculuğunun çetin, engebeli hâllerini.

Ahiret yolculuğumuz, dünya hayatına doğduğumuz andan itibaren başlar. İnsanoğlunun aktığı ana rahmi onun için her anlamda korunaklı, sıcak, tertemiz ve emindir. Kuşatan, şefkat halesi ile rahatlatan derin bir aşkın tutuştuğu bir diyarken birden kendini dünyanın soğuğunda bulur insanoğlu. “Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır.”  derken İsmet Özel, tam da bu korunaklı, şefkat ortamından dünyaya akan insanı anlatır.  Ve insan yavrusu, ne kadar korunaklı ve her anlamda kuşatan bir ortama doğmuş olsa da bir anda kendini savunmasız, acizlikleri ile baş edemediği bir dünyada bulur.

Ahiret yolunun has yolcusudur insan. Yaşadığı her an onu yeni başlangıçların ve sonların eteğine doğru sürükler. Bir zamanlar âdeta saldırıya uğrar gibi geldiği geçici yalan dünyanın eteklerinden, an an nice yolculuklar sonu kendini gerçek hayatın başlangıcında bulacaktır. Bu gerçek hayat, “basübadel mevt” tir. Bu gerçek hayat, gerçek yurt; ahiret yurdudur. Ait olduğu,  asıl olması gerektiği yer.

Aslında uzun bir zaman dilimi gibi görünse de göz açıp kapayıncaya bir rüya sarhoşluğunda geçen dünya yolculuğunda, yolcu olduğunu unutur insanoğlu.

Unuturuz geçici, her an bitmek üzere olan bir hayatı yaşadığımızı. Gafil hâllerimizle dünyanın nice kapısına koşar, nice hazlarını yudumlar nice ayartan hâllerinden murat almak isteriz. Yolcu olarak bindiğimiz yolcu otobüsünün, millerce yükseklikte uçağın, hızlı trenin yolculuğunun biteceğini biliriz. Misafir olduğumuz insan yapımı bu ulaşım araçlarında yolcu olduğumuzu, biletimizi aldığımızda geçtiğimiz yerleri müşahede ederek anlarız. Biliriz ve inanırız ki; yolculuk bitince bu otobüsten, bu uçaktan, bu trenden ineceğiz ve bizim yerimize başka yolcular binecek. İşte o zaman oturduğumuz koltuğa sahip olmak aklımıza bile gelmez. Bize rahat etmemiz için verilen yastığı sahiplenip yanımızda götürmeyiz. Çünkü biliriz ki bu koltuk da yastık da yolcu olarak bulunduğumuz araca aittir. Bize ait değildir. Bu inanca nasıl sahip oluruz, biletimizi müşahhas bir şekilde elimizde gördüğümüzde, paramızı ödediğimizde ve başka yolcularla aynı yolun yolcusu olduğumuzda daha derinden hissederiz ve inanırız. İşte o zaman kimse bizi inandıramaz yolcu olmadığımıza, çünkü yolculuk bitecek ve biz bindiğimiz bu araçtan ineceğiz. Başka bir zemine, başka bir zamana doğru yola revan olacağız.

Çıktığımız dünya yolculukları aslında ne çok ilham olur bize gerçek yolculuğu hatırlatma yolunda. Dünya fâni bir yolculuk mekânıdır. Her anlamda oyalayan, bizi derinden sarsarak acılarla ve mutluluklarla kendine ram eden, bizi âdeta uyuşturan hazları ile geçici olmaktan ziyade kalıcı olmaya zorlayan.

Ne çok kapı vardır dünya yolculuğunda önünde durduğumuz, ter akıttığımız, açılmasını beklediğimiz, yeri geldiğinde hırsın ve tamahın güdülemesi ile kendimizi kaybettiğimiz.

Ne çok kapı vardır açılmasını beklediğimiz ama hep açmaya talip olduğumuz. Günahın kapısı, eşyanın kapısı, kinin kapısı, kirin kapısı, hırsın kapısı, şöhretin kapısı, şehvetin kapısı, tamahın kapısı.

 Bu kapıların önünde ne çok durmuşluğumuz vardır. Ter akıtarak, kan akıtarak, kendimizden geçerek. “Belhûm adal” ve “ahseni takvim” hâllerimizle. Yol uzundur ve kapılar da o denli çok ve ayartıcıdır. Kimisi öylesine bizi içine alır öylesine kendisine ram eder ki, tüm kapılar o kapının ayartan hâllerine ram olarak açılır.

Oysa yolcuyu tanıyan, bilen, onun tüm hâllerine vakıf, ona şah damarından yakın olan Yaratıcı bilir bu yolculuğun azığının nasıl olması gerektiğini. Dünyalık azığa talip olan yolcu da kanaat ettiği zaman bulur Yaratıcı’nın ona sunduğu azığı.  Bu bilme öyle kolay olmaz tabi. Bilmek için yollara düşmek, aramak, yanmak, yana yana yollarda erimek gerekir. Bulmak için yola düşer, bilinmez yollara sapar, arar, arar…

Bulmak için yola revan olduğunda inandığı değerleri vardır. Kapıları vardır sonra. İlk olarak teslimiyet kapısının tam önünde durur. Ter akıtarak, ruhunu ve bedenini temizleyerek tüm kirlerden, kinlerden, şehvetlerden; durur teslimiyet kapısının önünde. Tövbe kapısını bulur sonra, arınır yüreği, yüzü aydınlık olur. Gözyaşı ırmak ırmak gecelerin karanlığında dökülürken döşünün sıcağına, serin dualarına yükler umutlarını, acılarını, sırlarını.

Sonra ihlas, irfan, merhamet, rahmet ve pek çok kapının önünde durur. Doğru kapılara, en doğru kapıyadır onun yolculuğu. Sezai Karakoç, Diriliş Muştusu’nda ne güzel anlatır: “Bu kapı, ölüm-dirim kapısıdır, öldükten sonra yeniden dirilme kapısıdır. Üzerinde bengisu aşı boyası olan kapıdır. Çilelerin açılış kapısıdır. Alından akan terleri silen kapıdır. Gönlün yeniden doğumunun kapısıdır. Toprağın bittiği yerin başlangıç noktası olan kapıdır. Doğaüstü zifafın giriş kapısıdır. Ölümü doğuma çeviren düğünün beşiği olan kapıdır. Ve eşiği olan kapı.”

Kalp kapına gideceksin önce. Bu muhteşem kapıyı bulmak için kitaba, kıbleye, kabire doğru uzun, kıldan ince kılıçtan keskince bir yola revan olduğunu bileceksin. Gurbetten kurbiyyete. Sıladan yurda doğru, gerçek yurda doğru yola revan olduğunu bileceksin.

İhlas ile yönelmek için kalbinin Allah’la buluşması gerekmez mi ey yolcu? Fetva makamı olarak Resul’ün işaret ettiği ve “Kalbine danış.” dediği kalp de tam bu kalp değil midir ey yolcu? Kasvetten, gafletten, şüpheden, evhamdan, vesveseden, dalaletten, korkudan beri olan bir kalp ile yöneleceksin. İşte o zaman selim, mutmain ve munip bir kalbin olduğunu bilerek göğsünde sımsıcak hayat veren bir sihirli muska gibi taşıyacaksın yaşam iksirin olan, teslim olan kalbini.

Selim bir kalp ile yöneldiğinde hayata ve nice ayartan, çeldiren kapıların önünde durduğunda, işte tam o zaman mutmain kalbine ferasetle artık her ameline, her eylemine kalbin vuruşu rota olacak, yol gösterecek, ilham olacak. Artık basiret olan, dizine derman, gönlüne ferman, duana icap olan selim bir kalptir sahip olduğun.

Yolcu, yola revan olduğunda sınavlar bitmek bilmez. Her açılmaz ve açılır kapının önünde ve arkasında onu sınavlara duçar eden bir yaşam karesi bekler. Sınavların en büyük karargâhı kalptir aslında, yürektir. İşte tüm sınav muharebeleri orada kaybedilir veya kazanılır.

“benim kalbim bir ıslahevidir doktor.

yetim bir çocuk durmadan azarlanır içinde

benim kalbim gövdesi ıslahevlerine çakılı bir kuştur

uçmayı bilmeden ölür kenar otellerde

kalbim ıslah olmaz bir kuştur doktor

tıkanır, ölür metropollerde”

Kemal Sayar, nasıl da güzel karargâh eyler kalbi bu dizeleriyle. Kalpler karargâhtır, ıslahevidir kimi zaman. Ama sınavlar da kalplerde kaybedilir ya da kazanılır. Bu yolun gereği budur. Yolcu bunu bilir ya da bilmez ama kalp ona sırdaş, kimi zaman da dildaş kimi zaman da düşman olur. Ama tüm kalpler sınavlara duçar olacaktır. Bu sayede, “sıdk” veya “kizb”, “nifak”, “takva”, “ihlas”, “teslim”, “mutmain” olan kalpler açığa çıksın. Sinelerin özü ortaya çıksın. Ki Rabbimiz sinelerin özünü bilendir.

Ve Rabbim uyarır yola revan olan yolcuyu:

“Elif. Lam. Mim. İnsanlar, sınavdan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik.’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de sınadık. Elbette Allah sadıkları da ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebut, 29/1-3.)

Cehennemî bir hâl alan dünyada yolcu olarak yüreğinde cennetleri taşıyanlar vardır elbet. Hepimizin yüreğinde İbrahim de var Nemrut da, Firavun da var Musa da. Yüreğimizi dirilişe götürecek olan ruhumuza diriliş aşısını vuracak olan o muhteşem öz, o muhteşem şifa da içimizde, bizi cehennemlere taşıyacak olan zehir de yüreğimizde. Yani hem zehir hem de panzehir vardır inkılapların meydana geldiği kalbimizde.

Ne kadar teslim olursak olalım, kendimizi ne kadar İslam olanlar safında görürsek görelim, insan olmanın o ayartan süfli duraklarında sanki haşa Rabbimiz yokmuş gibi davranmıyor muyuz ey dostlar?  Farkına varmadan veya bilerek arkadan konuşuyoruz, düşünüyoruz. Gıybet en kolay yaptığımız ayartan ve cehenneme taşıyan bir hâl. Sonra gizli bir kibir yerleşiyor ruhumuzun en tenhasına. Eserlerimizin önünde onu bize bahşedeni unutup yaptıranı unutup yapanı düşünerek yüreğimize çöreklenen ve bizi helake sürükleyen bencilliğin ve kibrin önüne geçemiyoruz ey dostlar. Oysa yol azığı olarak verilir tüm hasletler, yetenekler, hâller. O’nun yolunda O’nun rızasına uygun ve O’nun için kullanırsak tüm verilmiş istidatları ne mutlu bize! Yoksa kendi cehennemimizi, dünya yolculuğunda anbean inşa etmiş olmaz mıyız, hırsımızla, tamahkârlığımızla, bencilliğimizle, gadabımızla, hevamızla…

Bir yolcu gibi seferlere talip olarak, kendinden vazgeçerek, gerçek seferin sahibine iltica ederek O’na yönelmek: “Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!” (Âl-i İmran, 3/133.)

Deruni seferleriniz vardır, içe doğru yolculuklarınız. İçinize ne kadar ferasetle ve teslimiyetle yürürseniz, derinleşirseniz dışa doğru yürümeleriniz de o denli aydınlık ve önü açık olacaktır. İç seferini tamamlayamayanlar, dış seferlerinde yolda kalırlar; toprağa, metaa, eşyaya, insana çakılı hâlde kalırlar… Kalplerin sefer duyarlılığı ile yola revan olması bu bilinci içselleştirmesi, dünyevi tüm tutkuları da elinin tersiyle itmesi, gerçek bir özgürleşmedir.

Dünya uzun, zorlu bir yolculuk hâli ahirete doğru uzanan. Bizler yürümeye devam edeceğiz. Rahmetlere vuslatla ulaşmak için yolda, yolcu duyarlılığı ile bulunmak gerek elbet. Biz yürüyeceğiz ve bileceğiz ki, üzerimize düşeni yaparsak yollar açılacak, kapıların kilidi kırılacak. Çünkü gerçekten iman eder, iltica eder, mutmain olursak tüm yolları açan, ateşleri gül eyleyen, narı nura çeviren, denizleri yol eyleyen Rabbimizin rızasına ermiş oluruz.

Yürek iklimlerine doğru bir sefer başlatarak bu yolculuğu bereketli kılma sevdasında olmalıyız. Geç kalmış sayılmayız elbet. Tüm yollar O’na çıkar, çare, derman, kurtuluş O’ndadır.

Kalbi daralanlara şifa, arafta kalanlara muştu, yolda çakılanlara derman olma zamanlarındayız dostlar. Yol uzun, kıldan ince kılıçtan keskin de olsa, azığımız var hamdolsun; teslimiyet, ihlas, irfan, tefekkür, iltica ile harmanlanmış ve kalplerimizi ‘inşirah-ı sadr’ ile imar edecek ilim ve hikmet yolculuğu bizleri bekliyor.

Yolcu olarak, ahiret yolculuğuna revan olduğumuz yolda, yapacağımız en güzel, en kutlu dua Efendimizin duası olacaktır: “Ey kalpleri hâlden hâle dönüştüren! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.”

Editör: Mehmet Çalışkan