Ayşeli POLAT
Isparta Vaizi

Üçer aylık periyotlarla, haftada bir gün, iki saat boyunca mahkûmlara dinî konularda rehberlik yapacaktık. Görev sırası bana geldiğinde, o gece heyecandan hiç uyumadım. İlk defa bir cezaevi görecek, ilk defa bir mahkûmla göz göze gelecektim. Öncelikle mahkûmlarla ilgili bilgi almaya, onların dünyalarını tanımaya çalıştım. Kimisi uyuşturucu satıcılığından, kimisi cinayetten, kimisi hırsızlıktan girmişti. Üç ay boyunca manevi rehberlik yapacağım insanların yaralarını bilmeliydim ki merhemini ona göre hazırlayayım.        

Kafamda yüzlerce soru işareti... Yatakta bir o yana bir bu yana dönüyor, bir türlü uyuyamıyordum. Acaba mahkûmlar beni ilk gördüğünde ne hissedecekti? Kılık kıyafetimle, hâl ve hareketlerimle hüsn-ü misal olabilecek miydim? Onların yaralı gönüllerine dokunup onlara Allah'ı (c.c.) ve Resulü’nü (a.s.) sevdirebilecek miydim? Katılım zorunlu değildi. O yüzden biraz tedirgindim. Acaba severek ve isteyerek sohbete katılacaklar mıydı? Üç aylık süre zarfında, Rabbimin lütfuyla onlara faydalı olabilecek miydim?

Bütün koğuşlara sohbet olduğu haber verildi. Katılmak isteyenler, infaz koruma memurları eşliğinde o alana geldiler. İlk gün beş kişiydik. Onlara, “Kimsin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorularını sorarak biraz tefekkür etmelerini sağladım. Dikkatlice dinlediklerini fark ettim. Sanki başka bir gezegenden gelmişler de bu söylenenleri ilk defa duyuyormuş gibi bakıyorlardı. Onların pürdikkat dinlemeleri beni de rahatlattı. Sanki karşımda camii cemaati varmış da ben onlara vaaz ediyormuşum gibi rahatladım. Her gittiğimde mahkûm sayısının yavaş yavaş arttığını fark ettim. Sohbet gününün gelmesini dört gözle beklediklerini, çok istifade ettiklerini söylediklerinde hissettiklerimi kelimelere dökemem. Onlara uzun uzun “ihsan” şuurundan bahsettim. Allah’ın (c.c.) her şeyi görüp gözettiği, her şeyi işittiği, yaptıklarımızdan haberdar olduğundan bahsettim. Kimse yaptıklarımızı görmese ve bilmese de bizi gören ve bilen yüce bir zatın varlığından söz ettim. Günahların çoğu, ihsan şuurunun tam teşekkül etmemesinden dolayı işlenmiyor muydu zira?

Gün geçtikçe aramızda sıkı bir dostluk oluştu. Bir buçuk ay gibi bir süre geçmişti ki, cezaevi müdürü, koğuşlardaki mahkûmların bir araya getirilmesini yasakladı. Aralarında husumet bulunan farklı koğuşlardaki mahkûmlar, bir araya getirildiklerinde olay çıkarabilirler endişesiyle... O günü hiç unutmuyorum. Müdür bey: “Bundan sonra koğuşlar birleştirilmeyecek. Her hafta bir koğuşa gireceksin hocam.” dediğinde mecburen “Tamam.” deyip bir koğuşa doğru yöneldim. Sohbet saati geldiği hâlde sohbete çağrılmadıklarını fark eden diğer koğuştaki mahkûmlar, önce memurlara durumu sordular. Memurlar, müdür beyin izin vermediğini söylediğinde koğuşların kapılarını yumruklamaya başladılar. “Biz de hocayı dinlemek istiyoruz. Bize de izin verin.”  O kadar mutlu olmuştum ki. “Çok şükür Allah’ım! Seni sevdirebilmişim.” dedim. Artık her hafta başka bir koğuşa girip anlatıyordum. Koğuşun tamamı katılıyordu sohbete. En çok dert ettikleri şey, dört duvar arasında olmalarıydı. Hele müebbet alanlar… Onlara bulundukları mekânda farklı bir menfez açmalıydım ki, yaşamak için bir sebepleri olsun. “Hanımlar! Tek gayemiz Allah’ın rızasını kazanmaksa mekânın ne önemi var? O’nun rızasını kazanamadıktan sonra dışarıda, evimizde, çoluk-çocuğumuzla günümüzü gün etmişiz ne ehemmiyeti var?

Dünyanın en zengini biz olsak, en lüks hayatı biz yaşasak, O’nu memnun edemedikten sonra kazancımız nedir? Dört duvar arasında O’nu bulmuşum, ne kaybederim? Allah’ı bulan ne kaybetmiştir ki! Allah’ı kaybeden de ne bulmuştur ki! Cezaevinde olabilirsiniz ama hâlâ O’nun kulusunuz. O sizi hâlâ seviyor ki,  tövbe etmeniz için yaşatıyor. Fırsat sunmuş size. Bakın, hâlâ nefes alıp veriyorsunuz. Düşünsenize, yokluk âleminden varlık âlemine çıkarıp sizi dağ, taş kılmayan; bitki, hayvan kılmayan; akıl gibi bir nimetle donatıp bütün azalarınızı mükemmel yaratan bir zat, bütün bunları sizi sevdiğinden dolayı lütfetmemiş midir? Bin defa tövbenizi bozsanız kapısına gittiğinizde: ‘Buyur kulum!’ diyen merhametli bir yaratıcımız varken demir kapılar üstümüze sürgüleniyormuş ne önemi var! Onun kapısı daima açık... Yeter ki o huzura çık.”

Görevimin bitmesine bir ay kalmıştı. Koğuşa gittiğimde benim için hazırlık yaptıklarını gördüm. Çocuklar gibi şendiler. Sürpriz hazırlamışlardı. Cezaevinde ne olacak ki? Masanın üzerine tabaklara gofret, kraker, bisküvi koymuşlar. Kahve hazırlamışlar bana. Mahcup oldum. “Niye zahmet ettiniz?” dedim. İçlerinden biri öyle bir cümle kurdu ki, hayatım boyunca unutamam. “Ne yaptık ki hocam? Siz bizim dünyamızı güzelleştirdiniz. Bakış açımızı değiştirdiniz. Önceleri dört duvar arasındayız diye herkese, hayata, kadere öfkeliydik. Siz bize dört duvar arasında bile Allah için yaşamayı öğrettiniz. Artık üzülmüyoruz burada olduğumuza. Hatalarımızla yüzleşmeyi öğrendik. Burayı tövbe etmemiz için bir fırsat kapısı olarak görüyoruz.” dedi. Tarifi imkânsız duygular içine girdim. Rabbime şükrettim.

Diğer hafta Allah rızasından bahsederken, birkaç tanesi “Allah’ı (c.c.) nasıl razı edebiliriz?” diye sorunca ilk defa namazdan bahsettim. “Hocam biz de kılmak istesek kılabilir miyiz ki? Bize de öğretir misin?” dediklerinde, heyecanla anlatmaya başladım. Surelerin ismini söylediğimde çoğunun şaşkın şaşkın yüzüme baktıklarını gördüm. Herhâlde uzun sureleri bilmiyorlar diye düşündüm. Fakat hangi sureyi sorduysam hiçbirini de bilmiyorlardı. Başka bir âlemde gibiydim. İşin vahametini çok geçmeden anladım. Koğuşun yarısı euzü besmeleyi bilmiyordu. Yüzleri kızararak söylediler. Aman Allah’ım! Bu insanları ne kadar ihmal etmişiz. Mesuliyetin altında ezim ezim ezildim. Rabbime nasıl hesap verecektim? Bir kâğıda euzü besmeleyi yazdım. Diğer haftaya kadar sürekli tekrar ederek ezberlemelerini söyledim. Bir tanesi şaşırarak, “İyi de biz hemen namaz kılmak istiyoruz. Bunları ezberleyene kadar namaz kılamayacak mıyız?” dediğinde “Tabii ki kılacaksınız.” dedim. “Peki, hocam ne diyeceğiz namaz kılarken, biz besmeleyi bile tam diyemiyoruz?” dediklerinde, o zamana kadar ağlamamak için kanatırcasına ısırdığım dudaklarımdan gayri ihtiyari şu sözler döküldü. “Kıl sen. Yeter ki O’nu zikirden uzak kalma, yeter ki gönlün Rabbinle beraber olsun.” Gözyaşlarımı tutmak ne mümkün? Onlar da ağlıyor.

Cezaevi görevi, bana göre en mühim görev. Allah isminin bir kez anılmadığı, Resul’ün tanınmadığı hayatlar var. Gördükleri tek farklı yüz, sizin yüzünüz. Duydukları tek ses, sizin sesiniz. Onlara mahkûm gözüyle bakmayıp insan olarak değer verirseniz, muhatap kabul edip gönüllerine dokunursanız, gönüllerini ardına kadar açıyorlar. Bunu bittecrübe yaşadım. Koşulsuz sevdim onları… Amasız, fakatsız, lâkinsiz… Karşılığını da fazlasıyla aldım. Birçoğu, bir anlık öfke ile suç işlemiş, müebbet almışlar. Ölene kadar dört duvar arasında kalacağını bilen bir insanı ne ayakta tutabilir? İşte bu sorunun cevabını verdiğiniz an, o dört duvar cennet bahçesinden bir bahçe hâlini alabiliyor. Öyleyse neden o dört duvarı cennet bahçesine dönüştürmeyelim ki?

Cezaevi görevimize 2 yıl ara verildi. Bundan bir buçuk ay önce tekrar cezaevine görevlendirildim. Gittiğimde aynı sıcaklıkla karşıladılar beni. “Hocam bizi bırakma, ihmal etme emi! Sürekli gel.” dediklerinde, “Söz, her hafta geleceğim. Haftaya buluşmak üzere.” deyip ayrıldım. Ancak bir daha gelemeyeceğimi nereden bilebilirdim. Sadece bir hafta gidebildim. İkinci hafta cezaevine gittiğimde, daha koğuşlara girmeden, ayağım kaydı ve sağ yanım üzerine çok kötü düştüm. Kalça kemiğim kırılmış. Ambulans çağrıldı. İnfaz koruma memurları etrafımı sarıp “Hocam haber etmemizi istediğiniz birileri var mı? Kimi arayalım?” dediklerinde, ilk aklıma gelen verdiğim söz idi. “Koğuşlara gidin mahkûmlara haber edin. Hoca sözünde durdu, sohbete geldi ama düştüğü için hastaneye kaldırıldı. O yüzden gelemedi.” deyin dedim. Kalça kemiğim parçalandığı için ameliyatla protez konuldu. Sabırsızlıkla eski sağlığıma kavuşup verdiğim sözü yerine getirmeyi bekliyorum. Benim yerime giden arkadaşla her hafta selam gönderiyorlar. Ben de hasta yatağımda onlardan dua istiyorum.

Dediğim gibi, hiç kimse suçlu olarak doğmuyor. Yaşadıkları, insanları suça itebiliyor. Hukukçu ve yazar Faruk Erem'in, “Bir Ceza Avukatının Anıları” isimli kitabı yazarken şiar edindiği “Suçluyu kazıyın, altından insan çıkar.” sözü geldi aklıma. Her suçlunun içinde normal bir insanın yattığını; zamanın, çevre etmeninin, insan faktörünü nasıl etkilediğini ve onu suçlu duruma getirdiğini betimliyor bu söz. Zannettiğimiz gibi canavar değil hiçbiri. Bizim gibi özleyen, bizim gibi seven, bizim gibi ağlayıp bizim gibi gülen insanlar… Ve cezaevleri yüreklerine dokunulmayı bekleyen insanlarla dolu. İhlasla, samimiyetle, sabır ve hoşgörüyle yaklaştığınızda, onlara değer verdiğinizde size en değerli varlıklarını, sevgilerini veriyorlar.

Editör: Mehmet Çalışkan