Ayten ÇALIŞ KURTÇU

eskiden “şuurun, anda daim olamaması”ndan; düşünceler “geçmiş”te ya da “gelecek”te gezinirken, insanın “şimdi”nin lezzetini, fikrini, zikrini, şükrünü ve idrakini tadamamasından dem vurulurdu. Günümüzde ise geçmişin, şimdinin ve geleceğin de ötesinde bir yere savrulduk. Orası öyle bir yer ki bizleri zaman algısının dışına taşıyor ve enfüsi ya da afaki, içsel ya da dışsal tüm irtibatlarımızı koparıyor. Bizi reel hafızada mevcut olmayan, tıpkı sanal bellekte yer tutan veriler gibi ara boşlukta bir yerlere çağırıyor; dahası oraya kilitliyor.
İşte orası insanlarla ya da çevreyle birebir teması, kendimizle ve hakikatle olan irtibatı yitirdiğimiz; asli bağlantıyı online bağlantıya kurban verdiğimiz boyut. Dijital saatlerin bizi kendimizden ve hakiki zaman algısından alıkoyan anomali boyutu.  

Kant’ın mekân merkezli paradigmasını eleştirerek düşünsel dizgesinin merkezine “saf zaman” ya da “iç süre” olarak tanımladığı gerçek zaman algısını, olmazsa olmaz o şuursal boyutu yerleştiren Bergson; tabir yerinde ise “iç süre”yi insanı insan kılan şuurun ham maddesi olarak görür. Zihinsel mekanik, analitik ve mekânsal çalıştığından Bergson’a göre “iç süre”yi doğrudan deneyimleyebilmenin yolu “sezgi”dir. 

“İç süre” adıyla tanımlanmaya çalışılan insanın kendi olma bilinci, günümüzde son derece fazla kullanılan ve hoş bir kavram olsa da anlamsal derinliğini yitiren “farkındalık” kavramının oldukça ötesindedir. İç süre; insani seziyi diri tutan, kalbî melekeleri canlandıran, insanın kendine dönük şuurunu tazeleyerek sezgisel duyuşuna yükseklik kazandıran seçkin bir zaman dilimidir. Dijital saatlerin yoğun kuşatması altındaki modern insansa bugün ciddi bir ileti bombardımanı altında, bu vahadan ırak ve mahrum bir hayat sürüyor. Dolayısıyla da günümüz insanının hayat-memat meselesi, tam da bu problematik üzerinde vücut buluyor. 

Allah’ın (c.c.) “dirilik” ve “ölümsüzlük” noktasındaki ulvi, aşkın özelliklerini kendinde toplayan “Hayy” ismi; bu anlamda âdemoğluna pek çok şey söylüyor. “Sana verilen ve derununda gürül gürül akan o dirilik menbaını değerlendir, can kulağını bu sonsuz akışa ver, o kutsi akışı plastik olanla gölgeleme, soldurma, soluksuz bırakma; sana ikram edilen hayatın anlamını oku!” diyor. “Ne kadar çok bilgi, o kadar güç!” düsturu ile hızlı okuma eğitimlerine kendindeki cevherden daha fazla odaklanan modern insansa; verili öz kapasitesini keşfetmekten ziyade g/özünü dışarıya çeviriyor ve diriliği ışıklı ekranına akan görüntülerde arıyor. 

Peki, araçları amaçlaştıran yaşam pratikleriyle içinde savrulup gittiği dijital saatler, modern insana Bergson’un altını çizdiği “iç süre”yi verebilir mi? Dahası, günümüz insanının böyle bir sorusu var mı? İşte en hayati nokta da burası. Modern insan, ışıklı ekranla AVM arasındaki ömür köprüsünde gidip gelirken aslında bilgiyi ya da kendisine sunulan ürünleri değil bizatihi kendisini tüketiyor. Zira gelişimi, kemâle doğru evrilişi kendinde değil dışarıda arıyor. Fıtri olansa bireyin önce enfüsi bir yönelimle kendisiyle hâlleşmesi; akabinde de kendinden, kendisini kuşatana doğru seyretmesidir. Ne var ki günün insanı, kendisiyle baş başa kalacak vakti bulamıyor. Çünkü her an ışıklı ekranı yeni bir mesajın sinyaliyle yanıp sönüyor, her taze an yeni bir bildirim sesi duyuluyor. Kendini sürekli bu dijital devinime yetişmek ve akan mesajları kontrol altında tutmak zorunda hisseden insan, duyması gereken asıl devinimi de duyamıyor.

Bireyin, iletişim teknolojilerinde zirveleri zorlarken gerçek iletişimden yoksun olduğu için modern yalnızlık çukuruna hapsolması ise işin bir başka trajik boyutu oluyor. Çünkü “haberleşme”nin “gerçek iletişim” olmadığı hakikati sürekli olarak yadsınıyor ve farklı sorunlar hâlinde yüzümüze çarpıyor. Bu anlamda dünyayı “küresel köy” olarak niteleyen ünlü iletişim teorisyeni M. McLuhan’ın söyleminden hareketle, günümüz insanlarını “küresel köyün modern yalnızları” olarak tanımlamak mümkün. Zira iletişim olanakları son derece gelişmiş durumdayken kendisiyle irtibatı yitirmiş olan birey; “bireysel network” olarak tanımlanan yoğun bir haberleşme ağına, iyi bir “sosyal sermaye”ye sahip olmasına rağmen ekseriyetle yalnız ve mutsuz. Nedeni ise son derece açık. Çünkü kendiyle hasbihâl etmeyen, kendinden kaçan, kendine dokunacağı vakti sanal mağarasının duvarlarına yansıyan gölgelerde arayan, duygu ve düşüncelerini bilindik emojilere sıkıştırarak cümle kurmaya dahi gerek duymayan bireylerin bir başkasına dokunabilmesi olanaksız. 

Dokunuş ve anlayışın doğası kendini bilmekten geçerken kendini anlamaya mesai ayırmayan, fırsat yaratmayan birinin bir başkasını anlayabilmesi, onu hissedebilmesi gerçekten mümkün mü? Bu anlamda sosyal sermayesi güçlü ama asosyal, bireysel iletişim ağı kuvvetli fakat yalnız ruhlar; modern dünya tarafından kutsanan ancak ruhu doyurmayan davranış modellerini kopyalamaya devam ediyorlar. 

Sonuç olarak; kopyalanan, ezbere bir gidişle çoğaltılan bir örnek tutum ve davranışların var ettiği bu dijital sağanakta fıtratı korumak oldukça zorlu bir yol. Kararlılık, sürekli bir uyanış ve dikkat gerektiren son derece özgün bir serüven. Özgün ve öznel olmak durumunda; çünkü anlam yitimine sebep olan olgu, insanların bizatihi mekanize edilmeleri. Bu mekanik, tatsız, kokusuz, renksiz, sığ ve kısır döngüyü kırabilmekse ancak kıyam edebilmekle mümkün. “İnsan teknolojiyi kullanmalı; teknoloji insanı kullanmamalı!” gerçeğine uyanmakla, iletişim araçlarını kullanırken kendi asli yolculuğumuzu yitirmeme noktasındaki o altın ölçüye dönmekle ve matrix hayatını andıran robotik bir yaşantıdan ayrışmakla imkânlı. Aksi takdirde; insanı insan kılacak “iç süre”yi, o olmazsa olmaz şuursal irtibatı dijital saatlere kurban verme tehlikesi var. Kronometre durduğunda “iç süre”yi yeterince deneyimleyemeden, her anlamda zamanın dışına çıkma tehdidi var.

World Wide Web (dünyayı saran ağ) olarak ifade edilen www ile ilk tanıştığımızda; web 1.0 denilen, sadece okuma yapılıp çıkılan, iki yönlü iletişimin ve etkileşimin olmadığı ilkel bir aşamadaydık. Kısacası internetle tanışmıştık ama henüz yolun başındaydık. Akabinde bugün kullandığımız web 2.0 sistemi devreye girdi ve akıllı telefonların da çıkmasıyla çift yönlü iletişimin hâkim olduğu, sosyal medya platformlarının gündem belirlediği bir dünyaya adım attık. Şimdi ise Metaverse (“evren”-verse “ötesi-meta) âleminin üzerinde çalışacağı web 3.0 aşamasına geçiş süreci başladı. Artık fikirler, hizmetler ve ürünler üç boyutlu olarak evlerimize ulaşacak; insanlar internetin olduğu her noktadan, sanal gerçeklik gözlükleriyle farklı ortamlara bağlanacak. Bazen AVM’ler ya da mağaza vitrinleri holografik bir şekilde evlerimize gelecek; bazen bir konser, bir tiyatro, bir miting, bir eğitim, bir proje tasarımı hanelerimize ya da çalışma ofislerimize taşınacak. Günümüzdeki ya da geçmişteki internet kültüründen çok daha kuşatıcı ve cazip şekillerde gelecek olan yeni dil hiç durmayacak ve sürekli olarak kendini güncelleyecek. Kısacası, bir ok misali yayından fırlayan dijital dönüşüm süreci artık hiçbir şekilde durmayacak; sürekli olarak kendisini yenileyecek. Zira çağın doğası bu. Modern insan da elbet kendi gelişimi adına bu üst teknolojileri kullanacak, buradaki fikrî ve sanatsal etkinliklerden istifade edecek, gelişimini sürdürebilmek adına eğitimini ya da üretimini bu zemine taşıyacak. Fakat bunları yaparken kendisi ile göz göze gelebilme imkânının sınırlandığını, kuşatıldığı hız olgusunun ruhunu soluksuz bıraktığını, bedenen ve ruhen nefes alabilme imkânı kalmadığını da türlü fizyolojik ve psikolojik sorunlar üzerinden duyumsayacak; iliklerine kadar hissedecek.

Tam da bu noktada, insanın temeldeki en önemli imtihanı yine kendini gösterecek. “İfrat” ve “tefrit” dalgaları arasında “denge” denilen o güvenli okyanusa ulaşabilme sınavı, yine sahneye çıkacak. İşte o sınav bizim sınavımız; “sırat-ı müstakim” denilen o okyanus, bizim temel yaşam alanımız. Oraya ulaşmakta güçlük çeken yolcuların, yani kuşatıldığımız dijital saatler bir sebil gibi akıp giderken “iç süre” ayarını yapamayan ve kendini bu akıntıya kaptırarak otokontrolü yitirenlerin huzursuzluğu ise bir sürpriz olmayacak. Cüzi irade neydi ki zaten? İnsana bir anlamda sonlu bir anlamda sonsuz bir varlık olduğunu unutturan, öz sermayesi olan insan olma dikkatini ve rikkatini dağıtan unsurlardan sıyrılmak; ömürlük kulaçlarını denge okyanusuna doğru atmak değil miydi? Öyleydi sanki. 
Tam da bunun için; dijital gereçleri kendi öz yolculuğunda bir araç olarak kullanan, araçları amaçlaştırma yanlışından uzak kalarak denge okyanusunda nefes alıp verebilen ve aldığı nefesi kronolojik bir ivmeye değil özgül ağırlığı yüksek olan bilinçli bir zaman dilimine, Bergson’un ifadesiyle “saf zaman”a ya da “iç süre”ye dönüştürebilenler emniyette olacak. Hızla akıp giden dijital saatler içindeki iç süre ayarı, bu bağlamda önemli. Hem fizyolojik hem de psikolojik sağlığın muhafazası ve mana ikliminden nasip kesmemek adına kıymetli. Dahası “dijital yerli” ya da “dijital göçmen” fark etmez, biz âdemoğlunun hayat “memat” meselesi…

Editör: Mehmet Çalışkan