Dr. Lamia LEVENT ABUL
DİB Diyanet İşleri Uzmanı

Yüce Rabbimiz, insanın en kıymetli sermayesi olan ömrü kimi kullarına uzun kimisine de kısa takdir etmiştir. Yaratan katında ömrün uzun ve kısa olmasından ziyade nerede ve nasıl geçirildiği önemlidir. İnsan kısa bir ömrü salih amellerle bereketli kılabildiği gibi uzun ömür verilen niceleri de kadr ü kıymetini bilmeyerek onu ziyan edebilir. Ancak her insana iyi ile kötüyü ayırt etmesine yetecek kadar bir süre verilmiştir ve Fatır suresinin 37. ayetinde bu hakikat çarpıcı bir şekilde anlatılır. İnsanlar ölümden sonra hesap vermek üzere toplanır ve herkesin hesabı görülür. Ancak cezaya uğrayanlar itiraz eder ve süre isterler. Hak Teâlâ onlara: “Öğüt alacak kimsenin öğüt alabileceği kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?” diye sorar. Bu soru esasında malumu ilamdır. Çünkü Yüce Allah mutlak adildir ve hiç kimseye haksızlık etmez. O, her kuluna ahiret saadetini kazandıracak amelleri işleyecek kadar hem süre hem imkân hem de sayısız fırsat vermiştir. Ancak ömrünü gaflet içerisinde geçirip verilen sermayeyi heder eden, son demde pişmanlık içinde biraz daha süre isteyecektir: “Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip salihlerden olsam.” (Münafikun, 63/10.) Ancak defterler dürülmüş, hesap görülmüş ve süre bitmiştir: “Allah eceli geldiğinde hiç kimsenin (ölümünü) ertelemez. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Münafikun, 63/11.)

Alıp verdiği her nefesle ömür sermayesini tüketiyor insan. Çoğumuz farkında bile değiliz her nefesin bizi mutlak sona biraz daha yaklaştırdığının. O hiç bitmeyecekmiş gibi gelen zaman değirmeninin her anı usulca öğüttüğünü ve geçen zamanın telafisinin olmadığını fark etmeli insan. Hz. Nuh’un kavminin içinde dokuz yüz elli yıl kaldığı haber verilir. (Ankebut, 29/14.) Tufandan sonra da üç yüz elli yıl yaşayan Hz. Nuh’un bin yıldan fazla yaşadığı söylenir.  Ancak kendisine: “Ey insanlığın babası, ey uzun ömürlü! Dünyayı nasıl buldun?” diye sorulduğunda onun, “Dünyayı iki kapılı bir ev gibi buldum. Bir kapısından girdim, diğer kapısından çıktım!” diye cevap vermesi fani ömrün bir an gibi gelip geçtiğinin ifadesidir. Etrafımızda seksen doksan yaşlarındaki ak saçlı ihtiyar nine ve dedelerimize sorduğumuzda onlar da buna benzer cevaplar verirler. Bu kadar senenin nasıl geçtiğini anlamadıklarını ve ömrün nasıl da bir kuş gibi ellerinden uçup gittiğini bize anlatırlar. Öldüren de O, dirilten de O’dur. Bize düşen, yılların çabucak geçmesine hayıflanmak yerine her anın kıymetini bilerek yaşamak... 

Kim bilir ömrün kıymetini? Sanki hiç ölmeyecekmiş gibi tutunduğumuz bu dar-ı dünyada yaklaşmakta olan saati duyan kim? Her gün bir kapıya uğrayan ölüme hep uzak olan biz değil miyiz? Ömrün kıymetini bilmek için önce ölümü tefekkür etmek ve onunla ünsiyet kurmak gerekir. Fani alemde bir gün bizlerin de ömrü fena bulup baki aleme göçeceğiz. Bu hakikati düşünüp ibret alanlar ömürlerini de ölümlerini de güzelleştirenler değil midir? Ölmeden önce ölümü zevk edenler için ölüm yeniden doğuştur. Ebedî olan âleme ve Yüce Dost’a dönüştür.  

Ölümün ebedî âleme açılan bir kapı olduğunun idrakine varanlar ondan köşe bucak kaçmak yerine sonsuz hayat için hazırlık yapmaya koyulurlar. Hz. Mevlana ölümden korkup kaçan insanın esasında ölümden değil kendi günah ve gafletinden kaçtığını söyler. Yani insan öleceğini bilir ama Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkmaya yüzü yoktur. Kendisiyle, hakikatle yüzleşmekten korkar. İnsan, henüz vakit varken bu yüzleşmeyi yapmalı ve ömrünü nasıl geçirdiğinin ve sonrası için neler hazırladığının muhasebesine girişmeli. Hz. Peygamber (s.a.s.) akıllı kişinin nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışan, aciz kimsenin ise nefsinin arzu ve isteklerine uyan, buna rağmen Allah’tan iyilik temenni eden kimse olduğunu haber veriyor. (Tirmizi, Sıfatü’l- Kıyame, 25.)

İnsanın kendisiyle hesaplaşması bitmeyen bir savaştır. Çünkü insanoğlu kıyamete kadar iyi ve kötü arasında tercihler yapmakla hayat yolunda yürür. Bunu Rabbimiz böyle takdir etmiştir ki burası sınanma yurdudur. O büyük gün gelmeden önce burada yapmalı muhasebeyi. Hz. Ömer (r.a.) dünyada iken bu hesaplaşmayı yapanların ahiretteki hesaplarının daha kolay olacağını söyler: “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin. Büyük duruşma için hazırlık yapın. Ahiretteki hesap ancak dünyada nefsini hesaba çekmiş olanlar için hafif ve kolay olacaktır.” 
Her sabah doğan güneşle yeni bir güne uyanır insan. Her yeni gün de esasında insana verilen yeni bir fırsattır. Geçip giden dünlerde ve geleceği meçhul yarınlarda oyalanmadan yeni gelen günü nimet bilerek uyanmalı sabaha. Böyle bir fırsat bahşeden Rabbe şükrederek zaman nimetinin kadrini eda ederek günü bereketlendirmeli. Sonra Rabbin rızasına muvafık işler yapmaya niyet ederek bismillah deyip başlamalı. Çünkü her günün akşamı, insanın biten ömrü gibi bir bitiş ve her yeni gün yeni bir doğuştur. Yunus’un dediği gibi “Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası.” 

Dem bu dem, gün bugün, saat bu saattir. Öncesi ve sonrası yok. Sadece içinde yaşadığımız bu gün bu an var. İbnü’l-vakt olup anın hakkını vererek yaşamak. Yani yaşadığımız her günü son günümüz gibi yaşamak… Her anına değer vererek yaşayanlar ibnü’l- vakt olmaktan ebu’l-vakt olmaya yani vaktin babası, sahibi olarak olarak yaşamanın zevkine varmaya başlarlar. Şeyh Galib’in beytinde veciz bir şekilde dile getirdiği gibi: “Geçti gün ferdayı ko, saat bu saat dem bu dem.”

Editör: Mehmet Çalışkan