Ayşe Nur ÖZKAN
İstanbul Kadıköy Vaizi

İtiraf etmek zor olsa da hayatımız boyunca “Ben asla yapmam!” diyemeyeceğimiz konulardan biridir dedikodu. Araştırmalar, gün içerisinde ortalama bir insanın yaklaşık 52 dakika dedikodu yaptığını gösteriyor. Psikologlar ve sosyologlar, dedikoduyu abartılmadıkça duygusal sağaltım ve sosyalleşme aracı olarak görüyor. İslam ahlak filozofları ise insan onuruna yakışmayan, manevi şahsiyetimize zarar veren, kişileri değersizleştiren, ilişkileri çıkmaza sokan eylemlerden biri olarak açıklıyor dedikoduyu. 

Bir şey söyleyeceğim ama aramızda kalsın!

“Aman kimse duymasın, gıybet etmek gibi olmasın da olanları duydun mu?” gibi cümlelerle başlayıp ortak tanıdıkların çekiştirildiği bir eylemdir dedikodu. “Dedi” ve “koydu/söyledi” kelimelerinin birleşmesiyle ortaya çıkar. Arapça “kîl u kal” şeklinde ifade edilen kelime “içinde çekiştirme ve kınama olan konuşma” olarak tanımlanır. Dertleşme, paylaşma, iç dökme, onaylanma, rahatlama gibi duygularla başlayıp giderek kırgınlıklara, merak ve kıskançlıklara dönüşüverir.

Ahlaki açıdan ele aldığımızda kalbin bir hastalığı olarak karşımıza çıkan bu eylem sosyal ve psikolojik açıdan varlığı inkâr edilemez bir olgu olarak hayatımızda yer bulur. Bu yüzden olsa gerek günlük hayatımızda en çelişkili bir şekilde sergilediğimiz davranışlardan biridir. Kendimiz dedikodu yaptığımızda yapılan konuşmanın dedikodu olduğunu inkâr ederken bizim hakkımızda konuşulduğunda bu konuşmayı dedikodu olarak ifade etmek yaşadığımız çelişkinin ve kendimizi temize çıkarma çabasının bir sonucudur. 

Tüm semavi dinlerde dedikodu, olumsuz etkileri ortaya konarak günah kategorisinde değerlendirilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de dedikodu, hümeze, lümeze, hemmaz ve gıybet kelimeleri ile ifade edilir. Hümeze insanları arkasından çekiştirmek, lümeze yüzlerine karşı kaş göz hareketleri yaparak alaya almak ve bu davranışları çok kez tekrarlayarak alışkanlık hâline getirmektir. 

Dinimiz, insan hakları içerisinde önemli yer tutan kişiliğin dokunulmazlığı ilkesine büyük değer vermiştir. İnsan onurunu zedeleyen, toplumda dargınlık ve düşmanlıklara yol açan her türlü kötü zan, alay ve dedikodu da net bir şekilde haram kılınarak yasaklanmıştır. 

Söylemesi kolay telafisi zor!

Konuşmaların içinde yer alan dedikodular âdeta bir virüs gibidir. Çok hızlı bir şekilde yayıldığı için de sadece özür dilemekle telafi edilmesi mümkün değildir. Dedikodu hakkında anlatılan şu örnek bu konuyu çok net ortaya koyar:

Hikâyeye göre bir kadın komşuları hakkında dedikodu yapar. Birkaç gün içinde bu dedikoduyu köy içinde duymayan kalmaz. Dedikodunun kurbanı, bu olaydan derinden etkilenir, incinir. Kadın da bir müddet sonra pişmanlık duyar ve yaşadığı üzüntü karşısında hatasını tamir etmek için bir bilgeye gider.  Bilge ona bir tavsiyede bulunur: “Pazara git, tavuk al ve onu kestir. Eve dönerken tüylerini yol ve yol boyunca yere at!” Nasihatin garipliğine şaşıran kadın yine de söyleneni yapar. Ertesi gün bilge tekrar bir tavsiyede bulunur: “Şimdi git ve dün attığın bütün o tüyleri topla ve bana getir!” Kadın aynı yolu izler ama umutsuzluk ve korku içinde fark eder ki rüzgâr bütün tüyleri uçurup götürmüş. Saatler süren arama sonunda sadece birkaç tüyle geri döner. “Görüyorsun…” der, yaşlı bilge. “Onları yere atmak mümkün ama geri toplamak imkânsız. Dedikodu da işte böyle. Yapmak ne kadar kolay olsa da hatayı telafi etmek o kadar zor!”

Neden dedikodu yaparız?

Dedikoduyu psikolojik yönü ile araştıran Ermys Westacotta “Dedikodunun Etiği/ The Ethics of Gossiping” makalesinde gıybetin temelinde insan faktörünün yer aldığını söyler. Hayvan, taş, toprak kısaca insan olmayan bir şey hakkında gıybet yapmak mümkün değildir çünkü. 

Sosyal bilimciler dedikodunun altında farklı dinamiklerin olduğunu açıklar. Merak, kıskançlık, rahatlama, kendini temize çıkarma ya da yetersiz görme gibi etkenler kişiyi dedikodu yapmaya yönlendirebilir. Özellikle kişilerarası iletişimin açık, samimi bir şekilde gerçekleşmediği toplumlarda imalı konuşmalar, alay ve gıybet işlevini sürdürmeye devam eder.

Sohbetin zekâtı dedikodudan uzak olmaktır!

Dedikodu manevi bir hastalıktır. Rabbimiz vicdanlarımıza seslenerek dedikodudan bizi uzaklaştırmaya çalışır. Gıybetin ölmüş bir kardeşimizin etini yeme ile eş değer tutulması bunun en çarpıcı örneği değil midir? Kur’an-ı Kerim’in gıybet hastalığına yakalanmadan önce düşünce yapımıza müdahale ederek bizi kötü zan ve tecessüsten uzaklaştırmaya çalışması, âdeta dedikodunun önüne çekilen bir set gibidir. Olumsuz davranışlar ne kadar erken teşhis edilirse bunlardan uzaklaşmak da o kadar kolay olur. Başkaları hakkında kötü düşünme ve merak duygusuyla özel hayata müdahale etme, dedikodunun beslendiği ana damarlardır. Bu damarların kurutulması, suizannın hüsnizanna çevrilmesi, merak ve araştırma duygusunun ilmî çalışmalara, faydalı alanlara yöneltilmesi manevi hastalığın iyileştirilmesine katkı sağlar. 

Dedikodunun günlük konuşmalar içerisinde yer alması ve yayılması, konuşulan sohbete ilgi gösterilmesiyle alakalıdır. Ortamdaki kişiler onaylamaz, ilgi göstermez ve dedikodunun yapılmasına izin vermezse sohbet başka yöne çevrilir. 

Dedikodudan uzaklaşabilmek için mümkün mertebe bu ortamlarda bulunmamak, dedikodu yapılmaya başlandığında konuyu değiştirmek, terk etmenin mümkün olmadığı durumlarda ise hoşnutsuzluğumuzu belirtecek şekilde başka şeylerle meşgul olmak da bizi dedikodudan korur.

İşimize bakalım! 

Dedikodunun en önemli panzehirlerinden biri meşguliyettir. Anlamlı çalışmalar, yetiştirilecek projeler, okunacak kitaplar, bitirilecek işler bizi boş ve yararsız eylemlerden korur. İnşirah suresinde Rabbimiz “Boş kaldığında hemen yeni bir işe başla!” (İnşirah, 94/7.) tavsiyesiyle bu önemli gerçeği hatırlatır bize. Psikolojimizi, sosyal hayatımızı, aynı zamanda maneviyatımızı olumlu yönde değiştiren en değerli tavsiyedir bu ayet. Bir şeyle meşgul olmayan nefsiyle, kişilerle, hastalıklarla, anlamsız ve yararsız işlerle dolduruverir zamanını. Hayat boşluk kabul etmez çünkü!

Hayırlarda yarışmak, faydalı ve salih amelleri günlük hayatımızın merkezine almak dedikoduya karşı en güçlü silahtır. İyiliği yayma peşinde koşan kişiler dedikodu malzemesi olsa bile, zamanla ortaya koydukları icraatlar dedikodunun önüne geçer ve üstün gelen her zaman gerçekler olur. 

Ya hayır söyle ya sus!

“Âdemoğlu sabaha erdiğinde bütün azaları dile yalvarır: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork! Zira biz sana tabiyiz. Sen istikamette olursan biz de istikamette oluruz, sen sapıtırsan biz de sapıtırız.’ derler.” (Tirmizi, Zühd, 61.)

Maddi ve manevi hayatımızın merkezinde dilimizi ve kalbimizi doğru yönetebilme becerisi yer alır. Kalbimizden geçen her düşüncenin kontrolsüz bir şekilde dilimize yansıması ilişkilerimizde ağır yaralanmalara yol açabilir. 

Söylediklerimizin iyi, faydalı, değerli sözler olmasına gayret etmek, bunları içermiyorsa susabilmek! Belki de Peygamber Efendimizin (s.a.s.) tavsiyeleri içinde yerine getirmekte en zorlandığımız ama gerçekleştirebildiğimizde huzura ulaşacağımız sünnetlerden biri de budur. 

Ah bir başarabilsek!

Editör: Mehmet Çalışkan