Emin GÜRDAMUR

Ne kadar iyi niyetle tasarlanmış olurlarsa olsunlar keşifler her zaman insanlığın hayrına sonuçlar doğurmaz. Sömürgeciliğin keşfi, XVI. yüzyıldan itibaren tarihin alnına kıyamete kadar çıkmayacak bir kara leke sürdü. Bu lekenin mimarları Portekiz, İspanya, Belçika, Fransa, İtalya gibi ülkelerin yanında elbette İngiltere’ydi. Amerika kıtasını, Güney Afrika ve Kenya’yı kapsayan beş yüz yıllık sömürgecilik geçmişiyle Birleşik Krallık, özellikle Hindistan’da sömürgeciliğin kitabını yazdı. Ama biz bu yazımızda İngiltere’nin yazdığı kitabı değil, vicdan sahibi bir İngiliz’in yazdığı romanı konuşacağız. Türk okurların 1984 ve Hayvan Çiftliği eserleriyle tanıdığı George Orwell’in, Burma Günleri adlı yarı biyografik romanında İngilizlerin sömürgeleştirdiği Myanmar’da sergilenen gaddarlık, sadece dünü değil bugünü de anlamamıza yardımcı olacaktır.

Romanda Yukarı Burma bölgesinde yer alan Kyauktada’daki Avrupa Kulübü, yalnızca beyaz adamın girebildiği sosyal, siyasi ve kültürel bir kaledir. Beyaz adamın tartışmasız üstünlüğünün, İngiliz adalet mekanizmasının tek yönlü işleyişinin, sömürgecilerin yerli iş birlikçilerle kurduğu efendi köle ilişkisinin çarpıcı bir şekilde anlatıldığı romanda kulüp, çifte standardın, sömürgeci ahlakın ete kemiğe büründüğü yerdir.

Burma hafızalarımıza Orwell’in romanından daha derin bir şekilde ülkenin Arakan eyaletinde Müslümanlara yönelik gerçekleştirilen akıl almaz işkencelerle kazındı. Bilindiği üzere Burma adı 1989 yılındaki askerî yönetim tarafından Myanmar olarak değiştirilmişti. Arakan kroniklerine göre İslamiyet bölgeye X. yüzyılda ilk olarak tüccarlar, daha sonra Müslüman dervişler vasıtasıyla ulaştı. Müslümanlar yüzyıllar boyu Arakan’daki dış ticareti kontrol altında tuttular. Arakanlı Budistlerin hızla Müslüman olmalarının gerçek sebebi ise tahttan indirilen ve sürgün hayatında uzun uzun İslam’ı araştıran Narameikla (sonraki adıyla Süleyman Şah) olmuştur. Müslüman olan Arakan kralı, 1430 yılında tekrar tahta oturduğunda Arakan’da bir İslam krallığı başlamış oldu. Krallık 1784 yılında Burmalılar tarafından işgal edilinceye kadar 26 kral tarafından yönetildi.

Myammar’ın genelinde Budizm bir çeşit resmî din olarak hüküm sürse de Kral Anawratha döneminden beri Müslümanlar kraliyet saraylarında ağırlanmış, valilik gibi görevlere getirilmiş, itibarları korunmuştu. Hatta Rakhine’nin Budist kralları başkentleri Mrauk U’da cami bile inşa ettiler. Müslüman azınlık grup olan Kaman’ın tarihî prestiji ise XVII. yüzyıldan beri Budistlerin çoğunlukta olduğu Mrauk U meclisinin savunulmasında aktif rol üstlenen bir okçu birliğinden menkul. (Francis Wade, Myanmar’ın İçindeki Düşman, Çev. Hakkı Kaan Arıkan, Ankara: Hece, 2018, s. 41.)

Arakan’ın yerlileri olan Budist Rakhineler ile Müslüman Rohingyalar, asırlar boyu barış içinde yaşadılar. Bugün bölgede devam eden zulmün ve ayrımcılığın kökleri ise 1826’da başlayan ve 120 yıl süren İngiliz işgal yıllarına dayanıyor. Myanmar’daki ilk büyük katliam 1942 yılında İngilizlerin gözü önünde gerçekleşti. Burmaların desteklediği Budist Rakhineler 150 bin Müslüman’ı katletti. Arakanlılar bu ilk katliama “Kerbela-yı Arakan” dediler. Katliamdan sonra Bangladeş ve diğer komşu ülkelere göç dalgaları başladı. 1948 yılında bağımsızlığını ilan eden Myanmar’da, Müslümanlara yönelik saldırılar artarak devam etti. 1954, 1978 ve 2012 yıllarında ve son olarak 2017’de savunmasız Müslüman halk acımasızca katledildi.

İngiliz sömürgeciliğine tepki olarak doğup gelişen Budist milliyetçiliği, reaksiyoner bütün başkaldırılar gibi dostunu düşmanını ayırt edemedi ve sömürgecilerle birlikte Müslümanları da hedef tahtasına koydu. Bölgede Müslüman nüfusun tehdit olarak algılanması ve bugün ülke siyasetini şekillendiren yabancı düşmanlığı, sömürge döneminin mirasıdır. Myanmar’ın harmoniye dayalı ulusal kültürü alt üst edilerek ırkçı, çatışmacı bir niteliğe büründürüldü. Kendisi de 1922-27 yılları arasında Hindistan imparatorluk polisi olarak görev yapan George Orwell, 1934 yılında yayımladığı Burma Günleri romanında, henüz olaylar patlak vermeden, bu kültürel alt üst oluşu şöyle haykırmıştı: “Aslına bakarsan işimizi bitirdiğimizde Burma’nın bütün ulusal kültürünü yerle bir etmiş olacağız. Ama kimseyi uygarlaştırdığımız yok, yalnızca kendi pisliğimizi başkalarına sıvıyoruz. Şu yayılan modern ilerleme dediğin şey nereye götürüyor?” (George Orwell, Burma Günleri, Çev. Deniz Canefe, İstanbul: Can, 2019, s. 56.)

Sömürgeciliğin deşifresi

Sanırım artık o meşhur Kızılderili sözünü hatırlamanın zamanı geldi: “Bir suda iki balık kavga ediyorsa oradan biraz önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.” Gerçekten bugün dünyada üçüncü sınıf ülke kabul edilen istikrarsız, eğitimsiz, fakir ülkelerin geçmişinde sömürgecilik izlerine rastlamak tesadüf değil. Deniz aşırı ülkeleri köleleştiren, soyup soğana çeviren, halklarını birbirine düşman eden sömürgecilerin temel motivasyonlarının kazanç olduğunu biliyoruz. Peki, Batılı adam, başka insanlar üzerinde bu denli kıyıcı bir tasarruf hakkını nereden bulmuştu? Romanda Orwell, dolaylı olarak bunun cevabı da verir: İngilizlerin gözünde yerliler vahşi, insan olmayan mahlûklardır.

Gerçekten de sömürgecilik fikri, sömürülenlerin insan olmadığına dair karanlık bir anlayışın koynunda semirdi. Onların insan olarak görülmeleri kabul edilebilir değildi. Hatta bu, Batı’nın en büyük korkusuydu. İnsan Hakları Bildirgesi’nin yazarı Thomas Jefferson’ın köle sahibi biri olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Yine teorik olarak köleliğin kaldırılmasını savunanların safında yer alan XVIII. yüzyılın ünlü İngiliz düşünürü Samuel Johnson, hiç de azımsanmayacak sayıdaki kölelik taraftarlarının gerekçelerini dile getirirken Batı’nın sömürgeci eylemlerinin meşruiyet zeminini de açıklayacaktı: “Bütün çağlarda tanrının onay verdiği ve insanın devam ettirdiği bir statüyü kaldırmak, sadece yurttaşlarımızın sayılamayacak kadar büyük bir sınıfına karşı bir soygun olmakla kalmaz; bu sayede bir kısmı katliamdan ya da kendi ülkelerindeki katlanılmaz esirlikten kurtulan ve daha mutlu bir yaşam düzeyine kavuşan Afrikalı vahşilere karşı da aşırı zalimlik olur; özellikle onların Batı Hint Adaları’na geçtikleri ve orada görecekleri muamelenin insanca düzenlemelere bağlandığı bir zamanda.” (Lloyd Spencer – Andrzej Krauze, Aydınlanma, Çev. Şükrü Alpagut, İstanbul: Say, 2018, 150.)

Yazımızın başında sömürgeciliğin İngilizlerin yanı sıra pek çok Avrupa ülkesinin geçmişinde kara bir leke olarak durduğunu söylemiştik. Jean Paul Sartre, Frantz Fanon’un ünlü eseri Yeryüzünün Lanetlileri kitabına 1961 yılında yazdığı ön sözde Fransa’yı Cezayir’de yaptıkları yüzünden ağır bir dille eleştirmiş, sömürgeci anlayışı âdeta deşifre etmişti: “İnsanın hemcinsini soyması, köleleştirmesi ya da öldürmesi suç sayıldığından, onlar sömürge halkının insanın hemcinsi olmadığı ilkesini geçerli kılarlar.” Sartre Avrupa’nın yüzüne karşı işlediği cinayetleri haykırmış; Batı’da sarayların, katedrallerin, sanayi merkezlerinin arkasında sömürge mezalimi yattığını, bu cinayetlerde bütün Avrupa’nın suç ortağı olduğunu, çünkü bu talandan hepsinin nemalandığını söylemiştir. Sartre’a göre sömürgeci şiddet, sömürülenleri insanlıktan çıkarmaya özellikle gayret eder. Sömürülenlerin insanlaşması sömürgeciliğin ruhuna aykırıdır. Bir milyondan fazla Cezayirlinin yaşamına mal olan o korkunç savaşı hatırlatarak sorar Sartre: “Peki ya vahşiler nerede? Barbarlık nerede? Hiç eksik yok, tamtamlar bile var: Otomobil kornaları ‘Cezayir Fransızdır!’ diye ritim tutarken, Avrupalılar Müslümanları diri diri yakıyor.” Aslında Sartre için meselenin izahı basittir: “Soylu ruhlarımız ırkçıdır.” (Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Çev. Şen Süer, İstanbul: Versus, 2020, s. 23, 30.)

Otokolonyalizm 

Postkolonyalizm, otokolonyalizmi doğurur. Yani sömürülenlerin, sömürenlere gönüllü olarak yardım ettiği o hastalıklı evreyi. Sömürge ülkelerde sistemin gerçek bekçisi, denizaşırı ülkeden gelen beyaz adam değildir. Gerçek bekçi, oluşturulan hegemonyaya gönüllü hizmet eden sömürge aydınıdır. Bu resme uzaktan bakanlar, kurbanı giyotinin bıçağını bilerken görürler. George Orwell, Burma Günleri’nde iki tip yerli iş birlikçi resmeder. Birincisi ikiyüzlü ve çıkarcıdır. İngilizlerin kulübüne üye olmak için elinden geleni ardına koymayan yerli sulh hâkimi U Po Kyin bu tipi temsil eder. İkinci tip ise Doktor Veraswami’dir. O, İngilizlerin gerçekten ülkeye refah ve adalet getirdiğini düşünmektedir.
Romanın başkarakteri İngiliz Flory, Veraswami’yle bu konu üzerinde tartışır. Flory memnuniyetsiz bir sömürgeci, doktor ise tipik bir sömürge aydınıdır. Flory, ait olduğu Batı uygarlığını yerden yere vururken ironik bir şekilde Doktor, İngilizlerin bölgeye kalkınma ve refah getirdiğini savunur. Flory açık sözlü bir sömürgecidir: “Benim sevgili doktorum, bizim bu ülkede bulunmamızın hırsızlık yapmaktan başka amacının olmadığını nasıl anlayabilirsiniz? Çok basit. Memurlar Burmalıları ezerken iş adamları onların ceplerine dalıyorlar.” (Orwell, age., s. 53.)

İşgalciler eliyle oluşturulan sömürge burjuvazisi, sömürülen halkın can damarlarını kurutmak konusunda sömürgecilerle yarışır. Orwell’in romanında doktor hastaneyi, hapishaneyi, okulu, polis karakolunu göstererek modern ilerlemenin ne büyük hızla yayıldığını anlatmaya çalışır. Batı uygarlığının yüksek bir anlayışı temsil ettiğinden en ufak şüphe duymaz. Onun bu tavrı bize Frantz Fanon’un şu tarifini hatırlatır: “Sömürge burjuvazisi, narsistik diyaloğuyla, akademisyenleri aracılığıyla, sömürge halkının kafasına, insanların bunca hatasına karşın olmazsa olmaz değerlerin –yani Batı’nın değerleri- ölümsüz olduğunu sokmuştur. Sömürge aydını bu düşüncelerin ikna gücünü kabul etmiştir ve beyninin derinliklerinde Yunan-Roma idealini savunmaya hazır, uyanık bir bekçi bulabilirsiniz.” (Fanon, age., s. 52.) Batı’yla bir şekilde ilişkiye giren Batı dışı bütün toplumların bu tespitten alacağı dersler vardır. Çünkü dünyanın her yerinde zayıf toplumlara kültürel, siyasal ve ekonomik tahakküm kuran uygarlıklar, amaçlarına ulaşırken yerli kültürün zaaflarını ve açmazlarını çok iyi bilen aydınları kullanırlar. 

Editör: Mehmet Çalışkan