Prof. Dr. Mustafa KARA

"Yunus imdi sen dahi gerçeklerden olıgör
Gerçek erenler imiş cümlenin ziyareti "

Yunus Emre

Büyük şahsiyetleri tanımak ve eserlerini bütün boyutlarıyla tahlil edip kavrayabilmek için yetiştikleri ortamın şartlarını bilmek, o yüzyılın sosyal zihniyetini oluşturan olaylar zincirini -özet de olsa- öğrenmek çok önemlidir. Aksi hâlde o kişiyi günümüz şartlarında yaşamış bir insan olarak ele alır ve değerlendirmelerimizi ona göre yaparsak doğruyu yakalamamız çok zorlaşabilir. 

Tasavvuf ehli olan insanlar, dünyada olup biten olayları tespit ve tahlil ederken çoğu zaman Cemalî ve Celalî tecelliler tasnifini kullanırlar. Yani olayları iki gruba ayırırlar: huzur ve mutluluk veren olaylar (Cemalî), sıkıntı ve problem üreten vakalar (Celalî). 

Yazının başlığında isimleri geçen mühim zatların yaşadığı XIII. yüzyıla bu açıdan bakıldığında görülen “manzara”lar şöyle özetlenebilir: 

Celalî tecelliler

XI. yüzyılın sonlarında Avrupa dünyasının “Kudüs’ü kurtarma” sloganı ile Müslüman Türkleri Anadolu’dan atmayı ve bütün Orta Doğu’yu ele geçirmeyi amaçlayan siyasi ve askerî harekât olan Haçlı Savaşları, İslam dünyası için pek çok sıkıntıya sebep olmuştur. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sonra da devam eden bu “tecelli”nin hızı, 1396’da Niğbolu’da, 1444’te Varna’da Batı’nın aldığı yenilgilerden sonra kesilmiş ise de sona ermemiştir. 

İşte Batı’nın günah galerisi: Haçlı Seferlerinin tarihleri

1.    Haçlı Seferleri başladı (1096). İznik ele geçirilip yağmalandı (1097). Urfa’da Haçlı devleti kuruldu (1098). Antakya Haçlıların eline geçti (1098). Kudüs’e girildi. Katliam yapıldı (1099). 
2.    Urfa 1144’te tekrar fethedilince Haçlılar yeni bir sefere karar verdiler (1146). Selçuklular, İznik’te Haçlıları hezimete uğrattı (1147). 
3.    Kudüs’ün 1187’de Selahaddin-i Eyyubî tarafından yeniden fethedilişi yeni bir Haçlı seferine sebep oldu (1189). 
4.    Papanın teşvikiyle başlayan bu seferde İstanbul yağmalandı. Atlarıyla Ayasofya’ya giren Haçlıların katliamını dindaşları olan tarihçiler dahi utançla anlatmışlardır (1203). 
5.    Haçlı seferleri için çocuklardan ordular meydana getiren, yeni vergiler koyan, günahların affını vadeden, Müslümanlara askerî malzeme satışını yasaklayan Batılılar 1217’de yeniden faaliyete geçti. 
6.    İmparatorlarla-Papalar arasındaki tartışmalardan sonra 1227’de yeni bir sefere karar verildi. 
7.    1248’de Memlük sultanı Baybars’ın direnciyle karşılaştılar. 
8.    1270’de Afrika/Kartaca’ya çıktılar. Salgın hastalıklar sebebiyle geri döndüler. 
9.    1365’te İskenderiye yağmalandı. Katliam yapıldı. 

İslam dünyasının üzerine Batı’dan gelen Haçlı kasırgası bitmeden Doğu’dan başka bir afet daha gelmeye başladı. Cengiz Han’ın komutasındaki Moğol ordusu ile Harizmşahlar arasında 1218’de başlayan bu mücadele uzun yıllar devam etmiş, Çin’den Akdeniz’e kadar uzanan bu işgal İslam dünyasını âdeta “silindir” gibi ezip geçmiştir. Askerlerin yanında Necmuddin Kübra,  Feridüddin Attar gibi pek çok arif, sanatkâr ve mutasavvıfın şehit olmasına, sanat ve kültür eserlerinin yok olmasına sebep olan Moğol istilası, dünya tarihindeki “Celalî” tecellilerin en büyüklerinden biridir. “İslam medeniyeti niçin çöktü?” sorusuna cevap arayanların önemle işaret ettikleri olaylardan biri de budur. Hatta şöyle bir söz dahi vardır: “Bu istila Hz. Peygamber’den (s.a.s.) önce olsaydı Kur’an-ı Kerim ondan bir şekilde bahsederdi.” Bu bela, büyük nüfus kaybına sebep olurken nüfus kaymalarına da zemin hazırlamıştır. Bir rivayete göre Mevlana ailesinin Belh’ten Konya’ya gelmesinin sebebi de bu bölgedeki kargaşa ve gerginlikle ilgilidir. 

Tarih kitaplarında Tatar kelimesi Moğollar için kullanılır. Yunus, birçok kitap okuduğu hâlde havf ve recâ dengesini bulamayan “kitap hammal”larını yağmacı Tatarlara benzetmektedir:

Okursun tasnif kitap nice Binâ ve İ’râb
Havf u recâ sende yok yağmacı bir Tatar’sın

Budist/Şamanist Moğol Celalî tecellisinin içinden doğan çok dikkat çekici bir Cemalî tecelli Gazan Mahmut Han’dır. 1295’te yüz bin Moğol askeriyle birlikte Müslüman olan ve 1304 yılında Tebriz’de vefat edinceye kadar İlhanlı Devleti’nin tahtında oturan Gazan Han ile bu coğrafyada farklı bir rüzgâr esmeye başladığı söylenebilir. 

Doğu ve Batı’dan gelen bu sıkıntılar Anadolu topraklarında yaşayan insanları derinden etkilediği gibi iç isyan ve kargaşaları da beraberinde getirmiştir. Siyasi, iktisadi ve sosyal düzenin bozulması bazı insanları yeni arayışlara sevk etmiş, zayıflayan devlet otoritesi muhalif çevrelere uygun zeminler hazırlamıştır. Bunların en meşhuru “Babailer isyanı” diye tarihe geçen ve orta Anadolu bölgesini tesiri altına alan harekettir.

Hareketin lideri, Vefaiyye tarikatına mensup Baba İlyas Horasani de (ö. 1240) Moğol istilası sebebiyle Selçuklu ülkesine gelmiş olan bir derviştir. “Babailer hareketi Anadolu’da yaşayan heterodoks/bâtıni cemaatlerin devlete karşı bir isyanı mı yoksa farklı sebep ve sosyal gerginliklerden kaynaklanan, aradığını bulamayan Türkmenlerin bir hak arama çıkışı mı?” sorusunun cevabı akademik çevrelerde hâlâ tartışmalıdır. Devlet, ordusuyla isyanı bastırmakta aciz kalınca paralı askerlerle netice alabilmişti.

Celal içre Cemal

Yunus’un meslektaşlarına göre kâinatta ortaya çıkan bütün Celalî tecelliler aynı zamanda Cemalî tecellileri içlerinde barındırırlar. Bu tespit şu ayette ifade edilen gerçekle de bağdaştırılabilir: “… hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olabilir, hoşunuza giden bir şey de sizin için şer/zararlı olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216.) 

Şimdi “Anadolu’da yaşayan toplumların düzenini altüst eden bu Celalî “diken”lerin yanında açılan Cemalî güller nelerdir?” sorusuna cevap arayalım? Bu soruya çok farklı şekillerde cevap bulmak mümkündür. Burada olaylardan değil de şahıs planında “gül”lerden bahsedilecektir.

Tasavvufi düşüncenin en önünde olan gönül erlerinden biri -bilindiği gibi- İbn Arabi’dir. Haçlı seferlerinin hazırlandığı yerde, bugünkü İspanya topraklarında 1165’te dünyaya gelen İbn Arabi daha sonraki yıllarda Anadolu’ya gelmiş, Konya’da kalmış, Sadreddin Konevi diye tanınan büyük bir şahsiyeti yetiştirmiş, hayatının son senelerini Şam’da geçirmiş ve orada 1240 senesinde vefat etmiştir. Arapça olarak kaleme aldığı yüzlerce eser, özellikle Fusûsu’l-Hikem ve Fütûhat-ı Mekkiyye o gün bugün sadece Müslümanların değil bütün insanların gündemindedir. Bir diğer ifade ile onun eserlerini, Haçlı seferlerini ve Moğol hareketlerini yönlendirenlerin torunları da bugün zevkle ve ibretle okumaktadırlar. Bu dikkat çekici tecellinin Yunusça “şifre”si şudur: 

Adımız miskindir bizim düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız kamu âlem birdir bize

Fusûsu’l- Hikem’in Türkçe tercüme ve şerhleri vardır. İlk Türkçe şerhlerden biri de bir Batılıya; kabri Konya’da olan Abdullah Bosnevi’ye aittir.  

Haçlı dikeninin gülü İbn Arabi ve hemşehrileri olduğu gibi Moğol afetinin içindeki rahmet de Mevlana’dır, Hacı Bektaş’tır. Türkistan bölgesinden, bugünkü Afganistan’ın Belh şehrinden Diyar-ı Rum’a ailesiyle birlikte gelen Mevlana Celaleddin Rumi, önce Karaman Larende’ye, daha sonra Konya’ya gelmiş ve orada 1273 yılında vefat etmiştir. Eserlerini Farsça kaleme alan Mevlana, özellikle Mesnevi ve Divan-ı Kebir’iyle yedi asırdan beri yetmiş iki milletin sevgilisi olmuştur:

Yetmiş iki milletin hem ma’şuku ol durur
Âşık-ı maşukundan ayırmaklık fâl değil

Hacı Bektaş-ı Veli’nin hayatı hakkında bildiklerimiz Mevlana kadar detaylı değildir. Ona nispet edilen eserlerin ona aidiyetini akademisyenler tartışadursun onun mayaladığı fikir ve düşünceler bu topraklarda yaşamaya devam etmektedir. Yesevi kültüründe var olan dört kapı kırk makam anlayışı Hacı Bektaş-ı Veli’de de vardır. Makalât’ta açıklanan dört kapı şunlardır: Şeriat, tarikat, marifet, hakikat. Mesela  “şeriat kapısı”nın on alt başlığı şöyledir: 1. İman, 2. İslam, 3. İlim, 4. İhsan, 5. Evlenmek, 6. Helal yemek ve helal giymek, 7. Ehl-i sünnete uymak, 8. Şefkat ve merhamet, 9. Helal kazanmak ve faizden uzak durmak, 10. İyi olanı emretmek kötü olanı yasaklamak.

Bilindiği gibi İslam medeniyetinin üç temel dili vardır: Arapça, Farsça, Türkçe. Selçuklu devleti için büyük bir sıkıntı teşkil eden Babailer hareketi içinde büyüyen “gül” ise Yunus Emre’dir, Âşık Paşa’dır. 

Muhyiddin İbn Arabi’nin vefat ettiği sene Eskişehir’de doğan Yunus, medeniyetimizin üçüncü dilini kullanarak aynı gönül felsefesini insanlara anlatmış, tasavvufi düşüncenin bütün “derin”liklerini manzum olarak terennüm etmiş ve insanlık âlemine şiir diliyle sunmuştur. (ö. 1320.) 

Gerçek erene varalım Hakk’ın haberin soralım
Yunus Emre’yi alalım gel dosta gidelim gönül

Mevlana’nın vefat ettiği yıl Kırşehir’de doğan Âşık Paşa’nın, Yunus’un vefatından 10 sene sonra tamamladığı 12 bin beyitlik Garibname isimli eseri, üçüncü dilin bu topraklardaki “tapu senet”lerinden biridir. Oğlu Elvan Çelebi’nin 1359’da yazdığı Menakıbü’l-Kudsiye adlı eseri ise Babailer hareketine ve o yüzyılın olaylarına ışık tutan en eski ve en önemli kaynaklardan biridir. Çünkü Âşık Paşa, Baba İlyas’ın torunudur. 

Bu aileden gelen tarihçi Âşıkpaşazade meşhur tarihinde Hacı Bektaş-ı Veli’den bahsettikten sonra  “Anadolu mayası”nı yoğuran dört grup insandan ilk defa bahsetmiştir: 1. Anadolu gazileri, 2. Anadolu bacıları, 3. Anadolu ahileri, 4.

Anadolu abdalları. 

Osmanlı Devleti’nin manevi dinamiklerinden biri kabul edilen Garibname’nin yazarına göre gazi/alperende dokuzu zahir/dış, dokuzu bâtın/iç olmak üzere 18 özellik bulunmalıdır: 

Zahirî özellikler: 1. Cesaret, 2. Yürek, 3. Gayret, 4. İyi bir at, 5. Özel elbise, 6. Yay, 7. İyi bir kılıç, 8. Süngü, 9. Yâr.  

Bâtıni özellikler: 1.Velayet, 2. Riyazet, 3. Mücahede-Kifayet, 4. Aşk, 5. Tevekkül, 6. Şeriatı bilmek, 7. İlim, 8. Himmet, 9. Yâr.

XIII. yüzyılda tasavvuf kültürü

Yukarıda isimleri zikredilen mutasavvıfların eserleri kendi alanlarında zirve kabul edilmektedir. Bu doğrudur. Ancak kendilerinden önceki altı asırda yaşayan ve eser verenlerin de bu çorbada tuzu olduğunu unutmamak gerekir. Tıpkı bunun gibi Ahmet Yesevi ile başlayan Türkçe hikmet geleneği Yunus’u, Âşık Paşa’yı hazırlayan ortamın en önemli sebeplerinden biri olarak ele alınmalıdır. Meşhur tabiriyle unu, suyu, tuzu, şekeri hazırlanan tasavvufi düşünceyi bizim coğrafyamızda “helva” hâline getirmek bu gönül adamlarına nasip olmuştur.

Haçlı zulmü, Moğol işgali ve diğer bütün Celalî tecellilerin arasında Hacı Bektaş Veli’nin, Muhyiddin İbn Arabi’nin, Celaleddin Rumi’nin, Yunus Emre’nin, Ahi Evran’ın, Âşık Paşa’nın, Necmuddin Daye’nin, Sadreddin Konevi’nin yaşadığı yıllarda yetişen ve eserleriyle, sohbetleriyle, talebeleriyle bu toprakları mayalayan daha birçok isim sıralanabilir. Onun için XIII. yüzyılı Anadolu’nun aydınlanma yüzyılı olarak görenlere hak vermek gerekiyor.

Onlar ve biz

Haçlıların ve Moğolların, papaların ve Hülaguların şiddet ve cinneti yaktı, yıktı, yok etti, geldi, geçti. Yukarıda isimleri sıralanan insanların eserleri ise sekiz yüz senedir rahmet ve merhametin, muhabbet ve meveddetin bayraktarlığını yaptı, yapıyor. Tahrip olmuş gönülleri tamir etti, ediyor; ümitsiz kalpleri ihya etti, ediyor... Bardağın dolu kısmına bakan Yunus’umuz  haksız mı?

İşitin ey yârenler dem evliya demidir
Gelsin ömür sürenler dem evliya demidir

Son ve mühim soru şudur: Bu gönül adamlarını ve ortaya koydukları fikirleri, düşünceleri anlayabiliyor muyuz? Onların yolundan gidebiliyor muyuz? Yoksa anlamaktan çok anmakla mı günümüzü gün ediyoruz? Onların yoluna girmekten çok kendi işlerimizi yoluna koymak için onlardan yana mı gözüküyoruz? Aklımız istikrardan yana mı, istismardan yana mı? Bu büyük gönülleri hümanizmin, modernizmin ve pragmatizmin değirmeninde un ufak mı ediyoruz? Gerçekten bütün kapılarımızı, gönlümüzün pencerelerini aşk ve tevhid için insanlara açabiliyor muyuz? Yoksa retorik yarışmalarında altın madalyanın peşinde mi koşuyoruz? Gürül gürül akan sudan, kana kana içebilmek için ter döküyor muyuz? Bunun için özel bir gayretimiz var mı?

Çeşmelerden bardağın doldurmadan koyarsan
Bin yıl onda durursa kendi dolası değil

İtiraf etmek gerekir ki çağdaş Celalî tecelliler yani kapitalizm, materyalizm ve sekülerizm hem bu membalardan doya doya içmemizi engellemekte hem de –dikkatimizi başka yerlere çekerek- temel espriyi gözden kaçırmamıza sebep olmaktadır. Yukarıda ifade edildiği gibi bu Celalî kasırgaların içinde mutlaka Cemalî meltemler de vardır. Fakat bunları arayıp bulmak, okumak yahut dizlerinin dibine çökmek, söz ve sohbetlerini dinlemek de bu hengâmede çok az insana nasip olmaktadır. Susuzluktan kavrulanlar da bazen “serap”ları su zannetmekte, boşu dolu görmekte, yanlışı doğru zannetmektedirler. Bu da susuzluğu daha çok artırmakta, “kaş yaparken göz çıkarma”ya davetiye oluşturmaktadır. Çare, Mevlana’nın diliyle söylersek hiç rol yapmadan Hz. Kur’an’ın kulu ve kölesi olmak, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) dostu ve bendesi olmak; dolayısıyla eşref-i mahlukat olan Hz. insana hizmet etmekten geçiyor. Bunun için Yunusça yola düşmek gerek…

Dağ ne kadar yüksek ise yol onun üstünden aşar
Yunus Emre’m yolsuzlara yol gösterir ve hoş eder

Yunus ise Baba Tapduk’tan gönlüne aktardığı aşk ve sevdayı, yedi iklim dört köşeye aşkla şevkle ve şükürle taşıyan mütevazı bir Anadolu dervişidir: 

Vardığımız illere
Şol safâ gönüllere
Baba Tapduk manâsın
Saçtık elhamdülillâh

Editör: Mehmet Çalışkan