Dr. Ömer ÖZGÜL

DİB Diyanet İşleri Uzmanı

Çağımız insanı içerisinde dinî ve ahlaki değerlerden bağlarını kopararak özgürleştiğini zannedenler, aslında arzu ve ihtiraslarının esiri olarak özgür ve özerk konumunu kaybetmekte ve kendi kendilerini ruhen köleleştirmektedirler. Böylesi bir duruma düşenler de artık kendisini Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve en büyük eseri olarak idrak ve inşa edememekte, küresel kapitalizmin piyonu olarak dünyaya esir olmuş bir hâlde yaşamaya ve israf ederek mutlu olmaya çalışmaktadırlar.

İnsanlar ve cinler için bir imtihan alanı olarak yaratılan bu dünya, bir gün nihayete erecektir. Yani kâinat, her şeyiyle fânidir. Var edilen her varlık yokluğa, dünyaya gelen her canlı da ölüme mahkûmdur. Herkes ve her şey Cenab-ı Hakk’ın değişmeyecek olan bu fermanına günün birinde ister istemez boyun eğmek zorundadır. Doğup batan güneş ve ay, solan çiçekler, yaşlanan varlıklar, hayata veda eden canlılar, eskiyen ve çürüyen eşyalar hep fâniliği haykırıyor. Bu gerçek karşısında akıllı insana düşen vazife ise oyunla gerçek hayatın farkını görebilmektir. Zira feraseti ve gayreti elden bırakmadan, dünya hayatının aldatıcı cazibesine kapılmadan asıl yurdumuz olan ahiret hayatına yatırım yapmamız konusunda Yüce Rabbimiz bizleri şöyle uyarıyor: “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme, mal ve evlat çoğaltmada bir yarışmadan ibarettir. Bu bir yağmur gibidir ki bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onu sapsarı bir hâlde görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise şiddetli bir azap vardır, Allah’ın bağışlaması ve rızası da vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadîd, 57/20.)

Büyük İslam bilgini İmam Gazâli de çabucak geçip giden dünya hayatının esiri olmamak gerektiğini şöyle bir benzetmeyle izah ediyor: “Dünyada, kendini saraya ziyafete çağrılmış bir misafir gör. Saraydaki göz kamaştırıcı şeylere gözünü dikme. Zira onlar senin değildir. Sonra sarayda daimi kalacağını düşünme zira misafirlik bitince oradan ister istemez ayrılacaksın. Böyle hareket edersen ayrılırken zahmet çekmezsin. Çünkü zaten ayrılacağını biliyordun. Şayet orada geçici bir misafir olduğunu unutursan ayrılırken zorlanırsın. Eski zevkler dertlere, elemlere dönüşür.”

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), mümince duruşu ve ahirete bakışımızın nasıl olması gerektiğini bizlere şöyle öğretmiştir: “Allah’ım! İçinde yaşadığım, geçimimi sağladığım dünyamı ve ebedî yaşayacağım ahiretimi benim için hayırlı kıl. Hayatımda her türlü hayrı ziyadesiyle ihsan eyle.” (Müslim, Dua, 71.) Peygamber Efendimizin bu duasında da vurguladığı gibi gerçek ve kalıcı olan hayat ahiret hayatıdır. Bu hayat, rengi solmayan, yenisi eskimeyen, genci ihtiyarlamayan ebedî hayattır. Dünya hayatı ise ahirete giden yolda kısa süreli konakladığımız, ebedî mutluluk devşirebilmemiz için bize emanet edilen, bu yüzden de aslında son derece değerli olan sonlu bir hayattır. Ashab-ı Kiram, Ahzap Savaşı’nda bunaltıcı sıcakta hendek kazıp toprak taşırlarken Hz. Peygamber onlara uğrar ve “Allah’ım! Hayat sadece ahiret hayatıdır. Sen ensar ve muhaciri bağışla.” (Buhari, 6414.) diye dua ederek bu gerçeği hatırlatırdı. Aslında o, bu sözüyle hangi şartta olursa olsun imanımıza sadık kalmamızı ve ebedî kurtuluş uğruna gerektiğinde dünyanın türlü meşakkatlerine katlanmamızı öğütlerdi.

Yakın tarihimizin önemli simalarından biri olan İsmail Hakkı Bursevî, Ankebût suresinin 64. ayetinin tefsirini yaparken dünya ve içindekilerin ahirete nispetle cansız ve ölü mesabesinde olduğunu belirtir. Ancak iman nuru ile hayat verilenler müstesna. Nitekim zikredilen ayette ahiret, “le hiye’l-hayevân” diye isimlendirilmiştir. Bu kelime ise kendisinde canlılık belirtisi olan şeyler için kullanılır. Şu hâlde hakiki hayat, ölüm ve yok oluşun musallat olmadığı bir hayat olmalıdır.

Ancak ne var ki insan, tabiatı gereği hep peşin ve kolay olanı tercih etmektedir. Ebedî nimetlere nispetle dünya nimetleri son derece değersiz olmasına rağmen insanın fâni olan dünyalıklara aldanması şu ayette de belirtildiği üzere onun en büyük zaafıdır. “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah'ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 3/14.)

Diğer yandan fâni dünyayı kazanmak için bâki hayatı feda etmek akıllı insanın yapacağı iş değildir. İnsanlar meseleye biraz da peşin-veresiye mantığıyla yaklaştıkları için aldanıyorlar. Dünyanın az peşini, ahiretin çok veresiyesinden daha iyidir diyerek kendilerini anlık yaşamaya yönlendiriyorlar. Ancak böylesi dünyevi bir zihniyete sahip olanlar Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ikaz ediliyor: “Hayır! Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya hayatını ve nimetlerini) seviyor, ahireti bırakıyorsunuz.” (Kıyâmet, 75/20-21.) “Şu insanlar, ileride kendilerini bekleyen zor günü bir yana bırakarak geçici dünyayı seviyorlar.” (İnsan, 76/27.)

Hâlbuki insan, fıtratı gereği asla fâniliği istemez, daima bâki olanı ister ve ölümden kaçıp sonsuzluğu arar. Bundan dolayıdır ki dünya hayatı boyunca fânilik kafesine hapsolmuş insanın kendi içinde çözmeyi arzuladığı en mühim mesele, “ölüm” olagelmiştir. İnsan, hakka ve hakikate ram olacak bir kıvamda yaratıldığından, özü itibarıyla meçhule rıza göstermez; daima maluma koşar. Belirsizlikler, onu derin bir ıstıraba maruz bırakır. Bu sebeple ölümden sonraki hayata dair belirsizlikler, öteden beri insanlığın zihnini ve gönlünü çokça meşgul etmiştir. İnsanı içten içe tedirgin eden bu belirsizliğin üstü çoğu zaman sayısız hurafelerle örtülmeye çalışılmıştır. Korku ve ürperti ile ölümden kaçmak, onu görmezden gelip unutmaya çalışmaksa en büyük bedbahtlıktır. Ayet-i kerimede buyrulduğu üzere: “Ölüm sarhoşluğu bir hakikat olarak insana gelir de ona, ‘İşte bu, senin öteden beri kaçıp durduğun şeydir.’ denir.” (Kâf, 50/19.)

Hâl böyleyken, insan zihninde beliren “Ölüm nedir?” sorusuna, sadece mezar taşlarının derin sessizliğinin cevap olması durumunda insanın hissedeceği ıstırap, dipsiz ve karanlık bir kuyuya düştüğünde yaşayacağı çaresizlikte hissedeceği ıstırapla kıyas edilebilir. Beşer tefekkürü ile kavranması mümkün olmayan bu yok oluş veya sonsuzluk düğümünü çözebilmek ancak vahyin ve peygamberin irşadına gönül vermeye bağlıdır. İnsanın yöneleceği yegâne kurtuluş kapısı, fâni dünyada Kur’an ve sünnet istikametinde yaşayıp gerçek ve ebedî hayata hazırlık yapabilmektir. Zira ebedî saadet güneşi, ilahi beyana gönül vererek yaşayıp müsterih bir vicdanla ölmesini bilenlerin ufuklarından doğar. Bundan dolayıdır ki İslam dini, ölümü hatırlamayı ve ona hazırlıklı olmayı zekâ eseri saymıştır. Nitekim bir hadis-i şerifte: “Akıllı (insan), nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölümden sonrası için çalışandır…” buyrulmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459.)

Kibir ve gururlarına esir olmuş Mekke müşrikleri, Peygamber Efendimizin verdiği ahiret haberini hayret ve şaşkınlıkla karşıladıklarında, onların bu menfi tavrına işaret eden Nebe suresi nazil olmuştur. Bu sure, o “büyük haber”den bahsetmektedir. Bütün hayat yollarının döne dolaşa ölüm ufuklarında kaybolması, elbette ölüm ötesini aydınlatan haberi “büyük haber” yapmaktadır. Bu büyüklüğü kavrayan idrakler, fâni ve gelgeç nimetlerle gereğinden fazla oyalanmayı bırakır, gerçek ve sonsuz hayata yönelirler. Zira böylesine büyük bir istikbal haberini hangi aklıselim sahibi insan göz ardı edebilir!

Hikâye edilir ki, Emevî halifelerinden Süleyman b. Abdülmelik adalet ve takvasıyla tanınırdı. Onun hürmet edip zaman zaman ziyaret ettiği Allah dostlarından Ebû Hâzim vardı. Bir ziyaretinde halife ona şöyle bir soru yöneltir: “Bize ne oluyor da ahireti istemiyoruz?” Ebû Hâzim de kısa ve veciz bir şekilde şöyle cevap verir: “Çünkü siz dünyanızı mamur ve ahiretinizi harap ettiniz. Elbette mamur olandan harap olana intikal etmeyi istemezsiniz.” Halife bu hikmetli cevabı alınca tekrar Ebû Hâzim’e: “Peki, Allah’a arz olunmamız nasıl olacak?” diye sorduğunda Ebû Hâzim şu cevabı verir: “İyiler, sanki uzakta olup ailesinin yanına neşe içinde varan kimse gibi, kötüler ise kaçıp da yakalanarak sahiplerine arz edilen köle gibi olacaklar.”

Akıllı insanın en büyük gayesi, fâni olanı bâkiye çevirmek ve ölümle ölmeyecek şeylerin peşinde yürümek olmalıdır. Ebedî hayatta bize sermaye olmayacak kazançlar yorgunluk ve hamallıktan öte bir şey ifade etmezler. Her dünyalığın ahirete bakan yönü olmalıdır. Dünya ahiretin tarlasıdır. Zaten dünyanın değeri de buradan kaynaklanmaktadır. Mevlana bu meseleyi şu ifadelerle izah etmektedir: “Zannetme ki kazanma yalnız bu âlemdedir. Çocuklar bakkalcılık oynarlar ya... Fakat sonunda zaman harcamaktan başka ellerine bir şey geçmez. Gece gelip çatar, çocuk evine aç döner, diğer çocuklar giderler, tek başına kalakalır. Aynı şekilde bu âlem bir oyun yeridir, ölüm de gece; bir gün gelir yaratıcına geri dönersin fakat kese bomboş, sen de yorgun argın…”

Günümüzde yaşanan pek çok huzursuzluğun ve ruhi sıkıntının temelinde, ahireti unutup dünya derdine düşmek bulunmaktadır. Efendimiz buyururlar ki: “Kimin arzusu ahiret olursa Allah onun kalbine zenginliğini koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya boyun eğerek onun peşinden gelir. Kimin hedefi de dünya olursa Allah onun iki gözünün arasına fakirliği koyar, işlerini de darmadağın eder. Netice olarak dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465.) İşte dünya ve ahiret saadeti, kalp ferahlığı ve vicdan huzurunun nebevi reçetesi…

İmam Gazali’nin naklettiğine göre, dünyayı ahirete tercih eden kimseyi Allah Teâlâ üç şeye müptela kılar: Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı, hiç kurtulamadığı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs. (İhyâ, IV, 411.)

Şu hadis de dünya ve ahiret karşısında almamız gereken tavır konusunda bize rehberlik etmeye kâfidir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s) bir gün hasta bir sahabiyi ziyaret eder. Ona nasıl dua ettiğini sorar. O da, “‘Allah’ım! Beni ahirette ne ile cezalandıracaksan onu şimdiden dünyada bana ver!’ şeklinde dua ediyorum.” der. Bunun üzerine Allah Rasulü, böyle dua etmemesi konusunda onu uyarır. Kendisine, “Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ver, öteki dünyada da iyilik ver; bizi cehennem azabından koru!” (Bakara, 2/201.) şeklinde dua etmesini tavsiye eder. (Müslim, Zikir, 23.)

Editör: Mehmet Çalışkan