Koray ŞERBETÇİ

Tarık bin Ziyad, askerlerini bu yeni kıtaya taşıyan gemileri yaktırarak ordusuna iki seçenek sunuyordu: Ya zafer ya ölüm! 

Tarih boyu kendi adıyla anılacak olan Cebelitarık boğazında büyük İslam komutanının bu hamlesi sadece dünyanın en önemli askeri taktiklerinden ibaret olmayacaktı. Tarık bin Ziyad aslında yepyeni bir tarih sayfası açmıştı. Bugün bizim İspanya olarak bildiğimiz, Avrupa kıtasında uzatılmış bir baş gibi duran İberik yarımadası artık Müslümanlarla tanışıyordu.

Bilindik bir tarih anlatısı, atılan bu adımdan bahsettikten sonra Müslümanların 732 yılında Puvatya Savaşı ile Pirene dağlarında durdurulmasından bahseder ve ardından 1492 yılında Beni Ahmer Devleti’nin yıkılışına kadar bölgede Müslümanların egemen olduğunu anlatır. Biraz daha meraklıları için bu zaman dilimi içerisinde yaşanan pek çok savaştan ve antlaşmadan bahseder. Sanki tüm bu anlatım Müslümanlar başarılı askerî taktikleri, gözü pek savaşçıları ve deneyimli komutanları ile buraya gelmiş, bölgeye hâkim olmuş ve en sonunda çekip gitmişlerdir gibi manzara çizer. Oysaki bu sürecin bambaşka bir yönü vardır. Hiç değinilmeyen bu yön, Müslümanların Avrupa’da ortaya koyduğu özgün bir toplum modelidir. Fakat ısrarla cesur ve imanlı savaşçılar olma dışında kendilerine bir paye verilmeyen Müslümanların model ortaya koyucu yönleri görmezden gelinir.

Avrupa’ya ilk ders

O zaman sormak gerekir: Müslümanlar Avrupa’ya ne getirmişlerdir?

İlk olarak Avrupa kıtasına adım atan Müslümanlar bu topraklara yepyeni bir zihniyet getirmişlerdir. Öyle ki Avrupa’ya geçen Müslümanların komutanı olan Tarık bin Ziyad aslında azat edilmiş bir köledir. Tarık, kabiliyetiyle Emeviler’in Kuzey Afrika valisi Musa b. Nusayr’ın dikkatini çekmiştir. Müslüman olduktan bir süre sonra Musa b. Nusayr tarafından azat edilmiş ve Kuzey Afrika’da gerçekleştirilen fetihlerde öncü birliklerin kumandanı tayin edilmiştir. İşte bu Avrupa’nın bilmediği bir yaklaşımdır. Ne Roma devrindeki köleci düzende ne de Ortaçağın soyluluğu önceleyen Avrupası’nda bu durumu anlamak mümkündür. Bir kölenin kabiliyeti dolayısıyla azat edilmesi ve ardından ordu komutanı olarak atanması Batı kültürü için anlaşılır bir şey değildir. Ama İslam, Avrupa’ya ilk dersiyle gelmiştir: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor!” (Nisa, 4/58.)

Müslümanlar Vizigotları mağlup ederek bölgeye egemen olduktan sonra hemen bir düzen kurma işine girişmişlerdir. Öncelikle yenilen ahaliye yumuşak bir yaklaşım göstermişler, sadece kendilerine direnenlere karşı güç kullanmışlardır. Ardından Vizigot krallarının ağır vergilerini kaldırarak daha hafif vergiler koymuşlardır. Tarlasında ve dükkânında çalışanların -dinine bakmaksızın- düzenlerini bozmamışlar, aksine muhafaza etmelerini sağlamışlardır. Herkesin kulaktan kulağa anlattıkları gerçek dışı öykülerle ve büyük korkuyla beklediği bu yeni fatihler, herkesi hayrete düşürerek o güne dek İspanya’nın görmediği bir din serbestliğini de getirmişlerdir.

Sürekli istikrarsızlıklar içinde çalkalanan bu coğrafya, özellikle III. Abdurrahman döneminde istikrarın ve asayişin beldesi olmuştur. Asilere ve başına buyruk derebeylere hiç müsamaha göstermeyen bu Müslüman hükümdar aksine ahaliye de bir o kadar iyi merhametli ve adaletli davranmıştır. III. Abdurrahman’ın ciddi politikaları sayesinde İslam idaresinin getirdiği siyasi istikrar, bölgenin bir medeniyet havzası olması için gereken zemini hazırlamıştır.

III. Abdurrahman, kurulan İslam idaresinin sadece sosyal ve politik bir model olmadığını da Avrupa’ya göstermiştir. İslamiyet’in esas gücünün kişilerde dönüşümü sağlayan bir ruh terbiyesi olduğunu yine bu lider göstermiştir. III. Abdurrahman ölüm döşeğinde bir ruh muhasebesinin sonucu olan şu sözleri söyleyerek başka bir ders vermiştir: “Zafer ya da barış içinde elli yıldan fazla hüküm sürdüm. Zenginlik, şeref, iktidar ve zevk ayaklarıma serildi. İnsanoğlunun elde edebileceği, arzu edebileceği her şeye kavuştum. Bu hâlde mutlu günlerimi saydım. Sayısı ön dörtten yukarı çıkmadı. Ey insanoğlu bu dünyaya güvenme!”

Müslümanların prestijli okulları

III. Abdurrahman öldükten sonra tahta geçen, oğlu II. Hakem bu modelin en önemli ayaklarından birisini inşa etti. Zamanın en büyük üniversitesi olan “Kurtuba Medresesi”ni kurdu. Bu medrese yüzyıllar boyu bilime gönül vermiş insanları mıknatıs gibi kendine çekti. Birkaç manastırdaki rahipten başka kimsenin okuma yazma bile bilmediği Batı’da tam bir bilim merkezi oldu. Burada eğitim görmek Avrupa’daki öğrenciler için tam bir prestij meselesi oldu. Almanya, Fransa ve İtalya’daki rahip adaylarının akın akın Müslüman okullarında eğitim görmek için yollara düşmesi Papa’yı kara kara düşündürür hâle gelmişti. Hatta ileride Avrupa’nın bir bilim hamlesi yapabilmesi için gereken zemin başta Kurtuba Medresesi olmak üzere Müslüman okulları sayesinde inşa edildi denilse abartı olmayacaktır. Zira Müslümanlardan hoşlanmayan Batılı bir tarihçi Fernard Grenard bile şu itirafı yapmaktan kendini alamamıştı: “Hakikatte, Batı Ortaçağı Bizans’ın değil Müslümanların
talebesiydi.”

Bu muazzam eğitim kurumunu inşa eden Halife II. Hakem’in kendisi de bir bilim tutkunuydu. Bilim aşkı onu bir kitap tutkunu hâline getirdi. O,  farklı ülkelere özel memurlar yollayarak yeni çıkmış ne kadar kitap varsa satın alıyor ve kütüphanesine getiriyordu. Halifenin kurduğu kütüphane öyle bir seviyeye ulaştı ki burada 400.000’e yakın kitabın bulunduğu rivayet edilmiştir. Kütüphanedeki kitapların sadece katalogları ellişer sayfalık kırk dört ciltten oluşmaktaydı. II. Hakem bu kitapların bir kısmını okumuş ve kenarlarına not düşmüştü. O sıralarda Avrupa’nın iftihar vesilesi olarak gördüğü kral Charles-Quint’in kütüphanesinde ise sadece 900 cilt kitap olduğu göz önüne alınırsa II. Hakem’in kütüphanesinin değeri daha iyi
anlaşılabilecektir.

Halife, devlet işlerini Muhammed ibni Ebi Amir adlı bir emire bıraktı. Tarihlerin Mansur adıyla bildiği bu emir, Müslümanların İspanya’da inşaa ettiği devlet modelinin somut bir örneğini kurdu. Her şeyden önce halk adamıydı. Öyle ki Kurtuba Camii’nin genişletme çalışmalarında elinde kazma kürek olduğu hâlde bizzat çalışmıştı. Ciddi ve adaletli de bir devlet adamıydı. Bir gün başkanlık ettiği bir mahkeme yapılırken bacağında şiddetli ağrı hissetmişti. Hekim çağırıldı. Hekim bacağında ağrı yapan yerin dağlanması gerektiğini söyledi. Ama Mansur mahkemeyi bırakmadan hekime işini yapması gerektiğini söyledi. İşte yüklendiği kamunun işlerini ihmal etmemeye bu derece dikkat eden birisiydi. Fakat kendisi ölünce İspanya’daki Müslüman idare sarsıldı. Uzun bir süre devam edecek olan politik kaos başladı. Hatta ülke bir iç savaşa sürüklendi. Özellikle Berberiler ve Araplar arasında gerginlik had safhaya çıktı. Bölgenin medeniyet merkezi olan Kurtuba şehrinde yönetim tahterevalli misali bir Berberi grupların bir Arap grupların eline geçiyordu.

Erken cumhuriyet deneyimi

Tüm bu gelişmeler yaşanırken Avrupa’yı şaşırtacak bir gelişme meydana geldi. Kurtuba şehrinin ileri gelenleri soruna bambaşka yaklaşım sergileyerek bir çözüm buldular: Bir tür cumhuriyet ilan ettiler!

Evet, Kurtuba eşrafı silahlı grupların kaosa sürükleyici iç savaşına karşılık ülkeyi bir konsey tarafından yönetmeye karar verdiler. Konseyin başkanı olarak da İbni Cevher seçildi. Aslında 1789’da Fransız İhtilali ile kurulan cumhuriyet idaresini anlatan Batı tarihçileri, Avrupa’daki Müslümanların 1027’deki bu deneyiminden hiç bahsetmemeyi yeğlediler.

Müslümanların Avrupa’ya getirdikleri model her şeyden öte ahali yararına bir düzendi. Bir kere kamu işlerinin düzenlenmesi çok başarılıydı. Konulan yasalar mantıklı ve insani idi. Müslümanlar, fethettikleri bölgelerin iç işlerinde oranın Hristiyan ahalisini kullanmaktan çekinmediler. Kurulan sağlam güvenlik teşkilatı Müslüman kentlerindeki asayişi en yüksek düzeyde tutuyordu. Yukarıda bahsedildiği gibi vergiler tahammül sınırlarının altındaydı. Bu da herkesin devlete rahatça vergi ödemesini sağlıyordu. Bu sistem sayesinde tek başına Endülüs Halifeliğinin gelirleri dönemin tüm Avrupa krallıklarının toplamından daha fazla hâle gelmişti.

Müslümanların kurduğu model, sadece siyasi ve ekonomik kalkınmayla sınırlı değildi. Müslüman idareciler kent estetiğine de azami dikkat ediyorlardı. Şehirler, o zamanki Avrupa için hayal edilemeyecek bir düzen ve estetiğe sahipti. Sokaklar taş döşeliydi ve kaldırımlar bulunuyordu. Binaların önünde sokak lambaları vardı. Hatta dönemin Avrupalı tanıklarına göre bu lambaların ışığında on kilometre yürümek mümkündü. Şehirleşme düzeyi o hâle gelmişti ki sadece Kurtuba’da 200.070 ev, 60.300 konak, 600 cami ve 700 hamam vardı. Yine Müslüman mühendisler Guadaquivir nehrinin üzerine on yedi kemerden meydana gelen bir köprü inşa etmişlerdi. Avrupa’daki Müslüman şehirlerinin gelişmişlik seviyesi o zamanki Hristiyan şehirlerine bakıldığında daha iyi anlaşılacaktır. Alman tarihçi Max Kemmerich’in naklettiğine göre 1187 yılında Fransa kralı Philip August bir gün sarayının penceresinden dışarıyı izlerken yoldan geçen birkaç araba sokakta biriken pisliği dağıtınca ortaya çıkan koku nedeniyle düşüp bayılmıştı. Yine aynı tarihçinin naklettiğine göre Avrupa şehirlerinde durum berbattı. İmparator III. Friedrich’in atı şehir sokaklarında çamura saplanıyor, domuzlar sokaklarda başıboş geziyordu. Nürnberg’de durumun tahammül edilemez olması nedeniyle sokaklardaki domuz, kedi, köpek ve fare ölülerini taşıtma kararı alınca şairin birisi sevinçten şiir bile yazıyordu.

Eğitim seferberliği

Müslümanların Avrupa’ya sunduğu modelin en önemli ayağı eğitimdi. Özellikle temel eğitim veren okulların sayısı çoktu. Bu okullar paralıydı. Ancak Endülüs halifeleri okumaya meraklı fakat yoksul çocuklara burs veriyorlardı. Örneğin halife II. Hakem yoksul çocukların okuması için yirmi ilkokul yaptırmıştı. Müslüman müderrisler sadece medreselerde değil camilerde de ders veriyorlardı. Bu dersler halka açıktı. Böylece bilim meraklıları için bir tür açık öğretim imkânı da sağlanıyordu.

Eğitim sevgisinin halka yayıldığının en güzel göstergesi Endülüs’teki kitap tutkusuydu. Tüm ülkede yetmiş kütüphane vardı. Bunun yanında başta zenginler olmak üzere herkes şahsi kütüphanesini de kuruyordu. Yapılan açık arttırmalarda kitapları kendi kütüphanesinde görmek isteyenlerin kıyasıya yarışması sıradan bir durumdu.

Kısacası Müslümanların Avrupa’ya adım attığı tarih olan 711 senesinden bu topraklarda son hâkimiyeti de yitirdikleri 1492 senesine kadar olanlara sadece bir savaşlar ve politik antlaşmalar sergisi olarak bakmak var olan durumu basit bir teknik bilgiden ibaret kılacaktır. Oysaki Ahmet Cevdet Paşa tarih öğrenmenin bir amacı olduğunu belirtmişti. Ona göre “Tarihten murat, olayların doğruluk ve yanlışlığını ve gerçek sebeplerini öğrenmek ve bunlardan ders almaktır.” ve bu amaçla tarih öğrenilirdi.

Ahmet Cevdet Paşa’nın bu “Faide-i Tarih” yaklaşımı çizgisinde diyebiliriz ki; Müslümanlar ortaya koydukları özgün model ile pırıl pırıl yanan kubbeleri ve yaldızlı minarelerinin gölgesinde Müslüman İspanya’yı Avrupa’nın en medeni ülkesi hâline getirmişlerdi. Kısacası bir zamanlar Avrupa’da Müslümanlar vardı.

Editör: Mehmet Çalışkan