Hatice KURT
Sakarya İl Vaizi

İki yıla yakın zaman önce bambaşka bir gündemimiz vardı. İnsan ömrünün uzaması, bu yeni gerçek karşısında dünyanın nasıl değişeceği, yeni hayat ve yeni insan modeli üzerinde duruluyordu. Küresel bir salgınla baş başa kalınca sadece ülkemizi değil, tüm dünyayı ülke ülke anbean takip ediyoruz artık. Karşılaştırmalar yapıyoruz kendimizce. Yaşımız, kökenimiz, unvanımız, dinî anlayışımız, gelir ve eğitim seviyemiz ne olursa olsun Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini anlatan ünlü piramidinin en alt iki sekmesine hep birlikte sıkışıverdik: Yaşamaya ve korunmaya, dahası başkalarını korumaya çalışıyoruz.

Bilim, teknoloji ve ulaşımdaki gelişmelerin hızlıca arttığı bu dönemlerde insanoğlu Rabbinin kendisine verdiği hayat, sağlık ve envaiçeşit maddi manevi akla hayale sığmayacak kadar çok olan nimetlerin şükrünü, kulluğunu en güzel şekilde yerine getirerek ifa etmeliyken neredeyse kendini dünyanın sahibi zannetmeye başlamış, öbür dünya düşüncesini çoğu kez hatırlamak istememiş, bezm-i âlemde verdiği sözü, her şeyin kendisine emanet verildiğini ve bir imtihan sebebi olduğunu unutuvermişti. Rabbimiz garip bir yolcu edasıyla yürüdüğümüz bu sonlu yolculuğumuzu hatırlatmak için bazen varlıkla bazen de darlıkla böyle imtihan ediyor işte bizleri...

Rabbimiz bizlere Hz. Süleyman’ın (a.s.) dilinden “Şükreden ancak kendi iyiliği için şükretmiş olur; nankörlük eden de bilsin ki Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O büyük kerem sahibidir.” (Neml, 27/40.) buyurmaktadır. Fahreddin Razi’ye göre bu ayette şükrün faydasının Allah’a değil kula yönelik olduğu ifade edilmektedir. Zira kul şükrederek Allah’a olan minnet borcunu ödemiş olur, ayrıca şükrettiği için O’ndan daha çok nimet umabilir. (Mefâtîhu’l-ğayb, XXIV, 198.) Nitekim şükürle ilgili başka bir ayette Rabbimiz “Hani Rabbiniz, ‘Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!’ diye bildirmişti.” (İbrahim, 14/7.) 

Razi, maddi ve manevi olmak üzere iki türlü nimetten bahsederek söz konusu artışın her iki nimet çeşidini kapsadığını söylemektedir. Çok şükredenlerin daha fazla maddi nimet elde ettikleri görülmektedir. Manevi nimetin artışına gelince bu nimetin zirvesi Allah sevgisidir. Allah’ın nimetlerine nail olan kul sürekli O’nun lütufkârlığı ve nimetlerinin çeşitliliği üzerinde düşünür, bu sayede Allah’a olan sevgisi artar. Daha sonra nimetle ilgilenme düzeyini aşarak nimetin sahibine yükselir, ilgi ve sevgisini O’na yöneltir. Böylece şükür manevi nimetlerin çoğalmasını da sağlamış olur. (Mefâtîhu’l-ğayb, XIX, 85-86.) Velhâsıl, maddi nimetlere şükre devam etmek bizleri o nimetleri vereni daha çok sevmeye doğru götürür.
Kendimiz ve ailemizle baş başa kaldığımız bu uzun salgın günlerinde hayatımızdaki pek çok olguya bakışımızda değişiklik olmaması mümkün değildi elbette. Bu değişikliklerle hem iç dünyamızda hem de dış dünyamızda birçok farkındalık kazandık. İçerisinde bulunduğumuz bu nahoş durumla iç içe yaşarken yapabileceğimiz en güzel şey, iç dünyamıza yönelip fabrika ayarlarımıza, asli fıtratımıza yeniden dönmek olacaktır. Başımıza gelen musibetlerden yeni dersler, ibretler yakalayabilir ve bu durumu elimizden geldiğince dış dünyamızda da güzel bir dönüşüme çevirebiliriz elbette.

Daha rahat yaşam, daha hızlı ulaşım, daha çok ve çeşitli bireysel tüketim, çeşitli tatlarda gıdalara erişim sürekli bir hâlde bu kalabalık yaşam alanlarında özendirilirken bahsi geçen gereksinimlerin tümünün sağlanması inanılmaz bir ham madde ve emek tüketimi sayesinde gerçekleşiyordu. Anladık ve gördük ki olmazsa olmaz dediğimiz birçok şey olmadan da hayatımız devam edebiliyor, haddinden daha fazla zaman harcadığımız alışveriş, gezme, dışarıda geçen zaman gibi pek çok husus olmadan da hayatımıza tutunabiliyormuşuz. Modern dünya düzeninin insana empoze ettiği tüketme kültürünü, zamanı haz ve hız üzerinden değerlerlendirme alışkanlığını bir tarafa bırakma fırsatı önümüze serildi âdeta. Uzun müddet bir şeyler almadan da elimizdekileri değerlendirme yoluna gidebiliyor, hatta elde olanı gözden ve elden geçirip ihtiyacı olana ulaştırma adına hemen bir gayrete geçebiliyormuşuz. Uzun zamandır el atılmayan çekmece, dolap, baza, kütüphane ve bir gün lazım olur diye saklanan ama varlığı hatırda dahi kalmayan onca mahkûmu olduğumuz eşyaya, giysiye, çocukların oyuncak ve kitaplarına bir kez daha göz atılması bir an evvel gerekiyormuş meğerse. Ne kadar da çok şey biriktirmişiz ve biriktiriyoruz… Hâlbuki yolcuyuz biz bu hayatta. Elimizde kolumuzda taşıdıklarımız ne kadar hafif ise o kadar rahat yolculuk yapacağız aslında. Evet, bugünlerde ve sonrasında almak istediğimiz bir şey için “Gerçekten ihtiyacım var mı? Almaya değer mi?” gibi soruları daha çok sormalıyız kendimize. Hem kendisine verilmeyen şeye yönelen varlık değil miydi insanoğlu? İmkânların sınırlı, arzuların sınırsız olduğu bu hayatta sahip olma isteğinin sonu da yok galiba...

“Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 54/49.) buyuran Rabbimizin koyduğu ölçüyü koruyamayan insanoğlu salgınla birlikte kendisini ve etrafındaki canlı cansız tüm varlıkları yeniden keşfetmeye, insan olmanın, doğal hayatın, dengenin önemini yeniden anlamaya başladı. İnsanlar çekilince kısa sürede yeniden balıkla dolan kanalları duyunca şaşırıyoruz. Karantina dönemini takiben hava kirliliğinin azalmasına seviniyoruz. Biz hayata ara verip biraz yavaşlayınca doğanın kendini yenileyebildiğine tanık oluyoruz. 

Mevlana Celaleddin Rumi ne güzel anlatır bizlere: “Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozunu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır. Niye kederleniyorsun?” İçinde bulunduğumuz duruma bu veçheden baktığımızda bir salgınla bazı nimetler bir imtihan olarak elimizden alınırken aslında bakış açımızı değiştirip bakabilecek olsak başka imkânların elimize, önümüze, hayatımıza sunulduğunu görürüz. İmtihanlar hep ıslah etmek, güzelleştirmek, temizlemek, ferahlatmak için gelir. Mesela güzel ve hayırlı işlerde kullandığımız takdirde teknolojinin çok büyük fırsat olduğunu anlama fırsatı sunuldu bizlere. Yaptığımız derslere az sayıda sınırlı bir katılımcıyla devam ettik, il dışına ve hatta ülke dışına ulaşma fırsatı yakaladık ve öğrenmek isteyen ilim talebesine yemeğini yaparken veyahut küçük çocuğunu ayağında sallarken ders dinleme fırsatı doğdu. Yaşlılarımız gidemediği sohbete küçük bir yardımla ulaştı. Belki de zamanla yardıma ihtiyaç duymadan dinleme imkânının olduğunu tecrübe etti. Uzaktaki din kardeşlerimizle gönül köprüsü üzerine kurulu, bir çeşit uzakları yakın kılma faaliyetiydi bu. İlim nasiplileri diyorum ben bu kişilere. “Hocam ben Almanya’dan dersinize katılıyorum.”, “Hocam ben Erzurum’dan…”, “Gaziantep’ten selam ediyorum sizlere.” sözleri çok mesrur etti ve rahatlattı bu dönemlerde bizleri…

Tatil olunca istesek hemen memleketimize ya da başka şehirlere gezmeye gidebilir, ne zaman dilesek anne babamızı görebilir, bayram gelince eş, dost, akraba ziyaretleri yapabiliriz sanıyorduk. Bunların bir nimet olabileceğini önceden hiç düşünmemiştik bile... 

İnsan böyle bir süreçte değil de ne zaman hayatında anlam arayacak acaba?  Bu bizler için tam bir ilahi fırsat, bir istifade zamanıdır. Koranavirüs döneminde en çok hayrete düştüğümüz bir konu da sabırlı, tevekkül sahibi, imtihan şuurunda dediğimiz pek çok kişinin bile hastalık ve ölüm korkusuna fazlasıyla kapılıp kendi canlarını başkalarına tercih etmeleri oldu. Sanki virüse yakalanınca kesinlikle ölecekmiş, yakalanmadıklarında da ise hiç ölmeyecekmiş gibi bir anlayışa kapıldıklarına şahit olduk. Ölüm doğmuş olan herkesin yaşayacağı bir hakikatti oysaki... 
Paranın, malın mülkün insana özgürlük ve sıhhat açısından fayda sağlamadığı, fakirle zenginin ortak korku paydasında buluştuğu bir süreçti bu süreç. Böbürlenme insanoğlu! Paranın, malın, mülkün, makam mevkinin geçmediği bir sınavdayız. Kimin aklına gelirdi böyle durumlarla karşılaşacağımız? 

İnsanların birbirini anlayacak kadar tanıması, hasbihâl etmesi, yardımlaşması kalmamıştı.  Zamanı yoktu kimsenin, herkesin o olmazsa kimsenin yapamayacağı çok önemli işleri vardı. Komşuluk, akrabalık ve misafirlik, sıla-i rahim kavramlarının da yeniden üzerinde durulması gerekliliği daha iyi anlaşılmış oldu bu süreçte. Herkes konforlu bir şekilde fildişi kulelerinde mutlu ve mesut yaşarken en yakınlarının, anne baba, kardeş ve evlatların kapalı kapılar ardında bırakıldığı bir zamanda koranavirüs ancak güzel bir sebep olabilirdi insan nefsine...

Eksik bırakmadığı, kusursuz yapmaya çalıştığı dünyalık işler, öteleyip durduğu ahiretlik işlere galebe çalıyor da “İnşallah bir gün yaparım.” dediklerini gün geliyor yapamaz oluyor insan. Çok parası olsa da ne hacca ne umreye gidebiliyor, hatta yakınındaki camiye cuma namazına bile zor gidiyor ya da gidemiyor… 

“Her birinize ölüm gelip ‘Rabbim! Ne olur bana azıcık daha süre tanısan da gönüllü yardımlarda bulunsam ve iyi kişilerden olsam!’ diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan başkaları için de harcayın.” (Münafikun, 63/10.) ayetini hayata geçirelim gelmeden yaklaşmakta olan… Rabbinin sana verdiklerinden malın azken veremediğin sadakayı malın çoğalınca hiç veremiyorsun. Bugün önüne engeller çıkmadan yapabileceğin ne varsa ertelemeden hemen yap. Erteleyenler helak oldular... 

Yarınlar hep oluyor da gün geliyor ya sen olmuyorsun ya da güzel sözler söyleyeceklerin, kıymet verdiklerin, ziyaret edeceklerin, hatır soracakların...  Sen, sen ol, aklını, fikrini, başına al, zikrini, şükrünü ağzına. Düşürme kalbinden, dilinden...

“Ey Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlamızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” (Bakara, 2/286.)
 

Editör: Mehmet Çalışkan