Koray ŞERBETÇİ

Hindistan’ın Orta Asya ile buluştuğu bu topraklar dünyanın çatı katı diye tabir olunan bir bölgedir. Tarihin kitabının yaprakları geriye doğru karıştırıldığında Asya’nın ortası ile güneyinin kucaklaştığı toprakların sakin bir tarih yaşadığı iddia edilebilir bir durum da değildir. Bu bölgenin insanları pek çok akına, savaşa şahit olmuş, birbiri ardına devrilen hanedanlarla bayraklarını yükselten hanedanları görmüş, daha eskileri de kulaktan kulağa gelen hikâyelerle zihinlerine yazmışlardı.

Fakat XIX. asra gelindiğinde bu çalkantılı ama kendi içinde kendini dengeleyen bölge, bambaşka bir aktörün gelişiyle âdeta tepetaklak oldu. Bu gelenler bölgenin ruhuna, rengine, kokusuna yabancıydı. Dahası sadece kendi hâkimiyet bayraklarını yükseltmek istemiyorlar, bu bölgenin insanının zenginliklerini, topraklarını hatta ruhunu ve zihnini de istiyorlardı. Kısacası Hindistan’dan başlayıp Asya’ya doğru sokulan Batı sömürgeci sistemi gelmişti.

XIX. yüzyılda, dünyanın en büyük emperyalist devletlerinden biri olan İngiltere, tüm Hint alt kıtasını kontrol ediyordu. Bu dönemde başka bir sömürge devleti olan Çarlık Rusya, Orta Asya hanlıklarını yok ederek günümüz Afganistan’ına kadar egemenliğini genişletti. Böylece Afganistan iki imparatorluğun ortasında, büyük bir şiddet sahasına dönüştü.

İşte bu şiddet fırtınasının ortasında, Peştun kabilelerin arasından, şiddet ateşini garipsenen yepyeni bir mücadele yöntemiyle söndürmek isteyen bir ses duyuldu: Abdulgaffar Han ve şiddetsizlik öğretisi.

Abdulgaffar Han kimdi?

Takvimler 1890 yılını gösterirken Afganistan’da bir çocuk gözlerini tam da şiddetin göbeğinde güçlü bir aşiretin beyinin, Behram Han’ın oğlu olarak dünyaya açtı. Kan davaları ve iç çatışmalarla adını duyuran hudut bölgesinden dünyaya baktı Abdulgaffar Han ilk olarak. Elbette bu ilk olmayacaktı. Sosyal ve kültürel anlamda kentin etkisinden uzak aşiretler için bu şiddet âdeta bir günlük yaşam pratiği olmuştu. Abdulgaffar Han daha sömürgeci şiddetle tanışacak ve bu mesele üzerine durup düşünecekti.

Öncelikle klasik medrese eğitimi aldı. Ama bölgede etkinliğini artıran sömürge yönetiminin eğitim sahasında tartışılmaz bir şekilde tahakküm kurmasının etkisiyle bölgedeki misyoner okuluna gönderildi. Burada verilen eğitimde Batı söyleminin ortaya attığı ve kendi icadı olarak gördüğü yüksek insanlık idealleriyle Batı sömürgeciliğinin pratiğinin birbirine uymadığına şahit oldu. Abdulgaffar Han, buradaki eğitimini yarıda kesip kendisini halkının eğitilmesine ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasına adadı.

Kendini insanına adayan birisi

Abdulgaffar Han zengin bir aileden geliyordu. Yaşadığı ortamda var olan yoksullukla kıyaslandığında gerçekten çok şanslı bir hayatı vardı. Bu durum onda ferdiyetçi bir boşvermişlikle servetinin tadını çıkarma hâlini meydana getirmedi. Aksine bu durumunu diğerlerine el uzatmak için bir fırsat olarak gördü. Sanki onun için elindeki serveti Allah’ın ona iyilik yapmak için verdiği bir fırsattı.

İşte bu maddi avantajıyla bölgedeki tek modern eğitim kurumu olan misyoner okuluna karşı bir yerli alternatifle “Özgürlük Okulları’’ diye isimlendirdiği zihin işgaline karşı eğitim kalelerini kurmaya başladı. Elbette bu adım bölge Müslümanları için önemli bir hamleydi. Ama sömürgeci kıskaç, yerli halkın eğitimsizliği, yüzyıllar boyu içe kapalı yaşamın getirdiği taşlaşma o kadar derindi ki böyle önemli adımlar granit kadar sert bir taşa hat sanatı yapmak gibi zor bir durum ortaya çıkarıyordu. Oysa onun tek isteği halkının yaşam şartlarını geliştirmek ve onlara modern bir eğitim imkânı sağlayabilmekti. Ama bunun İngiliz bayrağı altında değil, tüm etnik halkların ve farklı din mensuplarının bir arada yaşayacağı bağımsız bir Hindistan’da olmasını istiyordu.

İşte bu sebeple Abdulgaffar Han daha büyük hamleler yapılması gereğini hissediyordu. Ama nasıl? Bunun için bölgenin İslam âlimleriyle istişare etmeye ve ufkunu genişletmeye karar verdi.

Şiddetsizlik yoluyla direniş

Tarihin ibresi 1913 yılını gösterirken Hindistan’ın Agra şehrinde düzenlenen ve Mevlana Ebu’l Kelam Azad’ın da bulunduğu bir toplantıya katıldı. Ama bunu yeterli görmüyordu hemen bir yıl sonra yine Hindistan’ın en önemli İslam düşünce mektebi Deoband’da düzenlenen bir toplantıya da katıldı. Burada yaptığı görüşmeler onun fikirlerini yeniden şekillendiriyordu.

Bu noktada sadece Müslüman âlimler onun ufkunu genişletmedi. Önemli bir isimle tanışması da âdeta bir zihin inkılabı yaşamasına neden oldu: Mohandes Karamçand Gandi.

Abdulgaffar Han, dünyanın Mahatma Gandhi olarak bildiği Hintli aktivist lider ile tanıştığında onun aklındaki şiddetsizlik öğretisiyle Gandi’nin Satyagraha öğretisinin ne kadar benzer olduğunu gördü. 

Çünkü o da Gandi gibi İngiliz yönetiminden hoşnut değildi ve herkesin bir arada yaşayacağı bağımsız bir Hindistan taraftarıydı. Bu doğrultuda 1919’da ilan edilen ve siyasi muhaliflerin yargılanmadan hapsedilmesine izin veren Rowlatt Yasaları sebebiyle artık siyasete girme zamanı geldiğine karar verdi. Artık dinleri farklı olsa da Gandi ve Abdulgaffar Han aynı yolda yürüyorlardı.

Ama en büyük mesele bunu kendi halkına nasıl anlatacağı ve benimseteceğiydi. Zira Peştunlar savaşı seven, en ufak bir kıpırtıda silahına sarılan ve onu kullanmaktan çekinmeyen, zapt u rabt edilmez bir toplumdu. Şimdi Abdulgaffar Han’ın şiddetsizlik yoluyla İngilizlere direnme fikri Peştunlara çok ters gelen bir anlayıştı.

Abdulgaffar Han’ın düşüncesinin temelini cihat kavramı oluşturuyordu. Eğitimle, hak arama mücadelesiyle, sömürgeciliğe karşı dik durma hamlelerini içeren bir cihat tutumuydu onun anlattığı.

Onun hareket noktası elbette İslamiyet idi. O, İslam’ın cihat kavramını doğrudan bir eğitim, iman ve özgürleşme yöntemi olarak görüyordu. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Müslüman elinden ve dilinden Müslümanların zarar görmediği kimsedir. Mümin ise insanların kendisinden emin olduğu kimsedir.” (Buhari, İman, 4/10.) hadis-i şerifini esas alıyordu. Kimsenin erişmediği köylere gitti ve halkını eğitmeye çalıştı. Onlara yılmadan, sürekli bir biçimde anlattı. Hatta bu gezilerinden birinde onu dinleyen köylülerden birisi o kadar etkilendi ki ona “Badşah Han” diye hitap etti. Bu, hanların padişahı demekti ve onun unvanı hâline dönüştü. Artık o halkının gözünde manevi bir padişahtı.

İngilizlere karşı sokaklarda

Abdulgaffar Han sadece kendi insanlarını eğitmek için dağ bayır dolaşmadı. Artık XX. asrın ilk çeyreğinin sonlarına gelinmiş, I. Dünya Savaşı bitmişti. Hindistan’da İngiliz sömürge yönetimi tahammül edilemez noktadaydı. Bu nedenle sokaklar hareketliydi ve bağımsızlık isteniyordu. İşte bu yükselen akıma Abdulgaffar Han da dâhil olacaktı.

İtilaf devletleri Paris salonlarında aldıkları kararlarla Osmanlı topraklarını aralarında kimseye sormadan paylaştırıyorlar, kadim Müslüman yurdu Anadolu’da Batı uydusu devletler tasarlıyorlar, Osmanlı’nın uhdesindeki İslam halifeliğini etkisizleştiriyorlardı. Bu duruma en büyük tepki Hint Müslümanlarından geldi. Sivil bir inisiyatif oluşturarak Hilafet kavramı etrafında sömürülen İslam dünyasını savunmak için gösteriler yapmaya başladılar. Bu durum Afganistan’da da karşılığını buldu.

Abdulgaffar Han bu durumu protesto etmek için bir gösteri yürüyüşü düzenledi. 1920’de ortaya çıkan sivil bir inisiyatif olan Hilafet Hareketi bünyesinde Peşaver’den Kabil’e yürüyüşe önderlik etti. Artık Abdulgaffar Han, Peşaver sokaklarındaydı.

Bu sırada Hintli ünlü aktivist Mahatma Gandi ile yolları kesişti. Abdulgaffar Han, 1920’deki Hindistan’ın bağımsızlığı için mücadele eden Ulusal Kongre Partisi’nin Nagpur’daki toplantısında ilk kez Gandi ile karşılaşmıştı. Toplantıdan çıkan karar tam bağımsızlıktı. Fakat bu şiddete başvurmadan mücadele etme kararını içeriyordu. İşte buna uygun olarak Abdulgaffar Han da 1921 yılında Afgan Islah Hareketi’ni kurdu. Bu hareket daha sonra ‘‘Hüda’nın Hizmetkârları’’ olarak anılacak ve ‘‘İslam’ın Silahsız Askerleri’’ adıyla ünlenecekti.

Hapislerin yıldıramadığı bir mücadele insanı

Abdulgaffar Han’ın sivil hareketinin mensupları giydikleri üniforma benzeri kırmızı gömlekler nedeniyle İngiliz yönetimi tarafından “Kırmızı Gömlekliler” olarak da anılmaya başladı. Doğal olarak sömürgecilerin hemen dikkatini çekti. Oysa Abdulgaffar Han önderliğinde sayısı yüz bine ulaşan bu hareket mensupları sadece yürüyüşler yapıyor, silah kullanmıyor, ellerine birer değnek alıyorlardı. Abdulgaffar Han âdeta bir simyacı gibi silahsız uyumayan Peştunları sömürgecileri protesto etmek için silahsız yürüten bir sivil aktiviste dönüştürmüştü.

Ama bu durum yine de İngilizler için çok tehlikeliydi. Zira ellerinde silah olmasa dahi zihinleri artık İngiliz varlığını sorgulamaktaydı. Hemen harekete geçildi ve Abdulgaffar Han tutuklandı. 

Abdulgaffar Han ve takipçilerinin çoğu İngilizler tarafından hapse atıldı, bir kısmı ise öldürüldü. 1931 yılında serbest kalan Han, bir daha memleketine dönmemek üzere İngilizlerce sürgün edildi. Ama 1934 yılında tekrar tutuklandı hapse atıldı. Fakat İngilizler ne kadar sertleşirse Abdulgaffar Han’ın davasındaki dik duruşu da o kadar kuvvetleniyordu. 1936 yılında hapisten çıkar çıkmaz kaldığı yerden devam etmek için vatanına döndü.

Ama durumu âdeta masal gibiydi. Gözünü kırpmadan bir insanı vurabilecek yüzbinlerce insan, inanmış bir adamın önderliğinde silahlarını bırakıyor ve kendisine ateş açanlara silahla cevap vermeden dimdik yürüyebiliyorlardı. 

Gitgide yakınlaşan Gandi ve Abdulgaffar Han birlikte bir gaye inşa ettiler. Bu gaye bağımsız, bölünmemiş, her inanca saygılı bir Hindistan. Hem Hindular hem de Müslümanların barış içinde birlikte yaşayacağı bir yer olarak Hindistan. 

Hindistan’da İngiliz yönetimi sona ermişti ama sorunlar bitmemişti. Çünkü bağımsızlık mücadelesindeki daha sert gruplar Hindistan’ın ayrışmasını istiyorlardı. Fakat Abdulgaffar Han bu bölünmeye karşı çıktı. Böylece Müslümanlar arasında birçok düşman edindi. Bu sırada kendisine ikinci bir takma ad verildi: “Sınırın Gandi’si’’

İngiliz yönetiminin ardından bağımsız olan Hindistan bölünmekten kurtulamadı. Hindistan, Doğu ve Batı Pakistan kuruldu. Doğu Pakistan, 1971’de Bangladeş olarak bağımsızlık kazandı. Sivil bir hareketin liderleri olan Gandi ve

Abdulgaffar Han, gayelerinin siyasi radikallik tarafından yok edildiğini gördüler. İngilizleri Hindistan’dan çıkarmayı başaranlar şimdi de Hindular ve Müslümanlar olarak birbirleriyle çatışmaya başlamışlardı.

Abdulgaffar Han’ın yeni görevi

Abdulgaffar Han ve Gandi’nin oluşturduğu barışçıl hareket, İngilizleri dize getirmişti ama şimdi Hindu-Müslüman çatışmasını önleyemiyordu. Oluşan öfke, bu iki barışçıl lidere de yöneldi. Gandi Pakistan’ı ziyaret etmeyi düşündüğü bir dönemde fanatik bir Hindu tarafından katledilirken Peştun bölgesinde özerk bir yönetim arayışındaki Abdulgaffar Han ise kendisini bir Hindu taraftarı ve iş birlikçi olarak suçlayan Pakistan hükûmeti tarafından hapse atıldı.

1964’te hapishanede sağlık durumu kötüleşince Pakistan makamları, tedavi için İngiltere’ye gitmesine izin verdi. Daha sonra Afganistan’a sürgüne gitti, Kuzey Batı Sınır Eyaleti ve Belucistan’da Ulusal Avami Partisi eyalet hükûmetinin kurulmasının ardından Aralık 1972’de sürgünden halkın desteğiyle geri döndü.

1984 yılında siyasetten giderek uzaklaştı. Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi. Pakistan-Hindistan gerginliğinin yaşandığı bir ortamda Hindistan’ı ziyaret etti ve 1985’te Hindistan Ulusal Kongresi’nin yüzüncü yıl kutlamalarına katıldı ve kendisine Jawaharlal Nehru Ödülü verildi. İki yıl sonra da Hindistan’ın en yüksek ödülü olan Bharat Ratna’yı aldı.

Siyasetten uzaklaşan Abdulgaffar Han’ın son büyük eylemi çevre ile ilgiliydi. Peşaver vadisine zarar vereceğinden korktuğu Kalabagh baraj projesine karşı eyleme geçti. Başarılı da oldu. Baraj projesi rafa kaldırıldı.

Bir öğretmen görevini tamamlıyor

1988’de Peşaver’de felç geçiren Abdulgaffar Han, ev hapsinde iken vefat etti. Vasiyeti üzerine Afganistan’ın Celalabad kentindeki evine gömüldü. O sırada Afganistan’da iç savaş yaşanıyordu. Bu ortamda Abdulgaffar Han’ın cenaze merasimi için bir gün boyunca ateşkes ilan edildi. Cenazesine Afgan cumhurbaşkanı Necibullah da dâhil olmak üzere 200.000’den fazla kişi katıldı. Ayrıca Hindistan hükûmeti onun anısına beş günlük yas ilan etti. 

Editör: Mehmet Çalışkan