Dr. Yunus KELEŞ
Bosna Hersek Din Hizmetleri Müşaviri

Kehf suresindeki meşhur kıssayı anlatmayacağız. Zira kaynaklarda ayrıntılı pek çok bilgi, güzel yorum ve hikmetler bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in yaklaşık üçte birini tutan kıssalar, bir hikâye zevki sunmaktan ziyade her çağa ışık tutarak zihinleri, ruhları, şahıs ve toplumları dinamik bir öğüt, ibret ve hikmetle en iyiye sevk etme gayesine yöneliktir. Biz de burada ulaşabildiğimiz bazı hikmetlere temas edeceğiz.

Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasında dikkat edilmesi gereken en önemli husus şudur ki Hz. Musa’nın hidayet ve nur mahiyetiyle getirdiği Tevrat, esasen Hz. Hızır’ın ledün ummanından çıkardığı hikmetlerin gayesini umumileştirmiş, nice hayırlara vesile ve nice şerlere de engel olmuştur.

Şöyle ki Hz. Hızır, zalim sultandan gariplere ait bir gemiyi kurtarmıştı. Ancak o zalim sultan olsun, ondan sonra gelen nice zalimler olsun pek çok mazlumun gemisine el koymuş, gasbetmiş ve gasbetmeye de devam ediyordu. İşte Hz. Musa’nın getirdiği hukuk, ahlak ve hidayet nizamı, mazlumların mallarını gasbeden zalimleri durdurmayı, eşkıyalığın iflahını sökmeyi, sömürü çarkıyla mazlumların kanını emen haydutlara set çekmeyi hedefliyordu.

Hz. Hızır, kıssanın sonunda neden bunu yaptığını açıklarken “Gemiyi kusurlu yapmak istedim.” diyerek daha hafif bir şerle daha büyük bir şerri defettiğini belirtmişti. Oysa Hz. Musa ulülazim bir peygamber olarak büyük bir adalet ve hakkaniyet nizamı getirmişti. Bu nizam, def-i mazarrat celb-i menfaat ile şerre mani olmak için vardı. Bu nedenle zahirde görünen şer onun muaheze alanına girmekteydi. Ancak bir an için o bu ledünni ilim serüveninin şartını unutmuş ve sebep sormuştu.

Çocuğun öldürülmesinde, mümin bir ailenin zalim ve gaddar çocuğunun hayatının sonlandırılıp ona bedel salih bir evlat bahşedilmesi anlatılır. Ancak o zamanda olsun sonrasında olsun zalim, asi ve gaddar gençler toplumda hayat bulmuş ve yapacaklarını yapmışlardır. Elbette buna müsaade edilmesinde bildiğimiz bilemediğimiz kaderin nice incelikleri, hikmetleri vardır. Bu ayrı bir konu olduğundan şu kadarını söyleyebiliriz ki Hz. Musa, getirdiği nur ve hidayet rehberi Tevrat ile nesillerin ıslahı için çalışmış, anne babalara birr-ü ihsanı imandan sonra ilk görevler arasına yerleştirerek bu şerre en büyük freni koymuş, şerrin umumileşmesinin önüne geçmeyi hedeflemiştir.

Hz. Hızır, çocuğun öldürülmesi hikmetini beyan ederken “Böylece Rablerinin onlara bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik.” ifadesiyle önce Cenab-ı Hakk’a niyazla bu salih ebeveyne bu şerir çocuğun isyan ve tuğyanla zarar vermesinden korkarak onları kurtarması için dua ettiğini ima etmiş, ardından böyle bir işin içtihatla ya da ilhamla yapılma imkânı olmadığını bunun ancak vahiyle mümkün olduğunu işaret etmiştir. Zira Hz. Hızır âlimlerin çoğuna göre sonuçta vahiy alan bir nebidir. Nitekim onun bu gerekçesini işiten Hz. Musa onu tasdik etmiştir. Esasen gemiyi kurtarma meselesi de vahiyle ilgilidir ancak o işin tafsilatı, yani ne şekilde yapılacağı onun uhdesine verildiğinden gemiyi delme içtihadında bulunduğu için “Ben istedim.” dedi. Çocuğu öldürmede ise içtihada mahal olmadığından Allah’ın emriyle zalim ve gaddar gencin hayatına son verdi. Azrail’den sonraki sebep oldu. Bu nedenle Hz. Musa, öldürme şerrinin ardında görünmeyen hayrı vahiy olmadan anlamak mümkün olmayacağından mazeret olamayacak bir vakıa görüp itiraz etti. Ancak bu sefer bu hikmet serüvenini unutmuş değildi. Burada kendini tutamamasının sebebi, hakkaniyet ve merhamet hususundaki çok hassas ve titiz olma sorumluluğuydu. İşin calib-i dikkat tarafı, Hz. Hızır da kendisine sadece ledünni ilim değil, rahmet de bahşedildiği için aynı merhamet saikiyle dua edip Cenab-ı Hakk’ın emriyle o çocuğu itlaf ediyor bunun yerine onlara hayırlı bir çocuk bahşediliyordu.

Hodkâm, cimri ve gaddar köyün sakini salih bir ailenin yetim çocuklarının kaldığı evin bahçe duvarını düzeltmesi de ince bir hikmet içerir. Zira o zamanda ve sonrasında nice yetimlerin, gariplerin, mazlumların hakları gasbedilmiş, emanetleri talan edilmiş ve mağdur edilmişlerdir.

Nitekim Nisa suresinin 10. ayetinde “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir.” buyrulması bunun vaki olacağını çok net gösteriyor. İşte Hz. Musa, getirdiği şeriatla yetimlerin ve mazlumların haklarını korumak için eşkiya sürüsüne, lüks ve şatafat düşkünü bencil elitlere, sömürü çarkını kuran şebekelere adalet ve hakkaniyet kılıcını çekiyordu.

Hz. Hızır, burada hikmeti beyan ederken uzun sürecek bir serüvene işaret ediyor. Yani diğer iki olay gibi kısa süreli ve hemen vaki olan bir hadise değildir bu. Sonuca medar olacak sebebe doğrudan yapışma imkânı yoktur. Burada yapılan, tedbir alma kabilinden basitçe bir duvar düzeltmedir. Yine yetimlerin büyüyüp rüşte erişme sürecinde binlerce hadise zincirinde kaderin envaiçeşit sahneleri olacaktı. Bu nedenle o anda böyle bir hayırla neticelenecek süreci, külli ilmi ve sonsuz kudretiyle ancak Cenab-ı Hak lütfeder, rahmetiyle buna giden yolları açabilirdi. Bu uzun süreçte nice fırtınalı hadiseler, belki depremler, seller, savaşlar olması O’nun muradına engel olamaz. O, rahmetini ve lütfunu bir şekilde dileğince izhar eder. İşte Hz. Hızır, kaderin ucu bucağı bulunmaz tüm kıvrımlarını kendisinin de bilemediğini izhar için bu ifadeyi kullandı.

Hz. Musa ise burada ne bu ledünni hikmet serüvenini unutmuş ne de zahiren de olsa uygunsuz bir durum görmüştü. Zira fuzuli bir iş karşılığı da olsa ücret almak veya lehine iş yapılanın yemek vermesi gayet normaldi. Kendileri de uzun bir yolculuk sonucu aç kalmışlar, takatten kesilmişlerdi. Bu nedenle hiçbir itiraz sorusu sormadan tabii hâlin sevkiyle: “İstesen ücret alıp karnımızı doyururduk.” dedi. Ancak bu yolculuğun şartına muhalif düştüğünden serüven sonlandı.

Bu kıssada çok önemli diğer bir husus da şudur: Hz. Hızır, yapılan işlerde hiçbir şekilde Hz. Musa’ya emretmediği gibi kendisine yardımcı olmasını dahi istememiştir. Yani “Şu gemiyi delelim.” yahut “Çocuğu öldürelim.” veya “Duvarı düzeltelim.” dememiştir, diyemezdi de. Zira peygamberlerin umumi öğretilerinde “Halik’a isyanda mahlûka itaat olmaz.” ilkesi esastır. Hz. Hızır, bu fiilleri daha sonra vahiyle yaptığını beyan edince zaten sorun kalmadı. Hz. Hızır vahiyle özel bir emre tabi olduğundan orada Halik’a isyan değil bizzat itaat vardır.

Zira sonuçta o; “Bunları kendiliğimden yapmış değilim.” diyerek sapkın Bâtıniliğe giden kapıyı kapatmıştır. Nitekim bir kısım dillerde dolaşan “Şeyhin zahirde haramı emretse bile itiraz etme, ardında hikmet ara.” gibi garabetlere meydan yoktur. Yahudi ve Hristiyanları, haham ve rahiplerini rab edinmeye sevk eden saik, bu tür masumiyet iddialı Bâtıni sapkın yorumlardır. Onlar bu tür yorumlarla dünyevi makam, menfaat vb. için haramı helal, helali haram kılıp “Bunda hikmetler var.” diye insanları indi görüşlerine davet etmişlerdir. Peygamberimizle hatta hızını alamayıp Allah Teâlâ ile görüştüğünü vehmettirerek Bâtınilik metodunu uygulayan Fetö’nün mankurtlar yetiştirmesi, meşum hedefi için her yolu meşru görmesi de bunun nasıl suistimal edileceğinin yakın şahididir. Neticede Hz. Hızır’ın gerekçeleri hakikatle vakıanın çatışmadığını, yani haramla hakikate ulaşılamayacağını, batılla hakka hizmet edilemeyeceğini gösteren çok önemli beyanlardır. Tüm gerekçeler yapılan işlerin özündeki meşruluğa açık delildir.

Elbette bu hikmetli ilim serüveninde seyahat devam etseydi daha pek çok hikmete şahit olurduk. Herhâlde “Anlayana bu kadar kâfidir.” mahiyetinde sona erdirilmiş oldu. Bu kıssa, şerler karşısında meyus olmayıp metanet ve dirayetli olmamızı bize öğütleyen, şerlerin hayra nasıl dönüşebildiğini müjdeleyen, hayatın içinden hikmetler içeren bir kıssadır. Aslında sona eren, vahiyle ilgili hususlardır yoksa hayatımızda bunun benzeri pek çok hadise yaşanmakta, nice insan şer zannettiği bazı hususların ardından gelen hayırlarla mesut olurken nicesi de hayır zannettiği hususların ardından gelen şerlerle meyus olmaktadır. Zira o zalim gasıp melik için geminin delinmesi şerken gemi sahipleri için hayırdır; öldürülme o çocuk için şerken ebeveyni için hayırdır; bencil köy ahalisi için duvarın düzeltilmesi şerken yetimler için hayırdır. Yani Cenab-ı Hak bu şerleri salih ve müminler veya mağdurlar için hayra vesile kılmıştır. 

Esasen Hz. Musa bu tür hadiseleri hayatında görmüştü daha önce.  Firavun’un çocuk katliamından derme çatma bir sepetle suya bırakılıp kurtulmuş, sonra Firavun’un sarayına yerleşmişti. Diğer taraftan kastı olmadığı hâlde “Zaten bunlar zalimler.” diye kendi kabilesinden adamla kavga eden Kıpti’ye vurunca kazara öldürmüş, bundan sonra yepyeni bir hayat sahnesine adım atmıştı. Yine Mısır’dan kaçarken yorgun, aç ve bitap düştüğü Medyen’de nezaketsiz çobanların arasında sularını kuyudan çekemeyen hanımefendilere yardım edip bu vesileyle bir aileye kavuşmuştu. Ancak bunlar hayatın tabii akışı içerisinde akıp gittiğinden Hz. Hızır’ın penceresinden bakma farkını bu vesileyle öğrenmiş oldu. Aslında Hz. Hızır,  Hz. Musa’ya şer veya hayır olarak gözüken her şeyin zannedildiği gibi neticelenmeyebileceğini gösteriyordu. Bu kıssada şer gibi gözüken hadiselerin neticede hayra nasıl vesile olduğu malumdur. Bunun gibi gasıp kral geminin arızalı oluşunu kendi hayrına saymış, ona el koymamış amacına ulaşamamıştır. Yine mümin ebeveyn çocuklarını besliyor, büyütüyor onu sevip bağırlarına basarak onun hayırlı bir evlat olmasını umuyorlardı. Yine bencil köy ahalisi, yola yıkılma tehlikesi olan duvarı yabancı birinin hem de ücretsiz tamir etmesini saflık olarak niteleyip bedavaya iş halloldu diye seviniyorlardı.

Şairin “Hak şerleri hayreyler / Zannetme ki gayr eyler / Arif anı seyreyler / Mevla görelim neyler / Neylerse güzel eyler” ifadesi, bu tür ince hikmetlere matuftur. Yoksa Âl-i İmran suresi 180. ayette buyrulduğu üzere: “Allah’ın lutfundan kendilerine verdiği nimette cimrilik gösterenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilakis bu onlar için şerdir. Cimrilik ettikleri şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır….” O zalim melikin zulmü şer olarak kalmış, bu dünyada zulmüyle bir şekilde zelil edilmiştir ve ahirette de çetin bir azap onu beklemektedir. Cimri ve bencil köy ahalisi de bu şerleriyle ne kendileri huzur bulmuşlar ne de âleme huzur vermişler, öylece göçüp gitmişlerdir.

Şunu da unutmamak gerekir ki şer problemini dünya şartlarında bahşedilen akılla çözme imkânı yoktur. Enfüs ve afakta cereyan eden nice meselelerin, yani kader sırlarının tüm ilmi Allah katındadır: “Her bilenin üstünde bir bilen vardır.” (Yusuf, 12/76.) 
Velhasıl şer meselesi ancak ahiretle birlikte düşünüldüğünde mesele olmaktan çıkar.

Sonuçta ulülazim bir peygamber olan Hz. Musa’nın getirdiği külli nizama nispetle cüzi hikmetler içeren Hz. Hızır’ın sahneye koyduğu örneklerin benzerleri aslında fiilen ve hâlen her çağda ve her zamanda vuku bulmaktadır. Ne var ki imtihanın sırrı gereği gözler arka planı göremediğinden ancak sonuçlar itibarıyla bu gibi nice hadisenin vuku bulduğu sonradan anlaşılmaktadır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Hatta kendi hayatımızı şöyle bir gözden geçirsek benzeri nice sahneyi tespit etmemiz mümkündür. 

Velhasıl ilm-i ledün sultanı olan, âlemlere rahmet Allah Resulü’nün (s.a.s.) getirdiği nizam, her iki denizi de birleştiren ekmel bir din olarak kıyamete kadar mührünü vurmuştur. Onun yolunu takip eden salih müminler, hayatlarında bu tür nice güzelliğe mazhar olacak, belalara sabır ve tahammülle, nimetlere şükür ve ihsanla hak yolunda mücadelelerinde şerler onlar için eninde sonunda hayra tebdil olacak, ilahi nur tamamlanacaktır.

Editör: Mehmet Çalışkan