Suavi Kemal YAZGIÇ

Adanın ana karadan ayrı olması ütopya yazarlarının, filozofların, edebiyatçıların ilgisini çekegelmiştir. Böylece okur, dünyadan soyutlanmış bir karakter üstünden hayata ve insana dair o an içinde bulunduğundan farklı bir tecrübeyi tadar.  “Issız ada” bir tür, bir janr ismi olabilecek kadar çok edebî metne ilham kaynağı olmuştur. Daniel Defoe’nin Robinson Cruoese romanı dolayısıyla “Robinsad” anlatı yahut “Adasal anlatı” da denir bu türe. Alegorik bir anlatı olan Hay bin Yakzan, her ne kadar yazarının metni kaleme almasındaki murat Batı edebiyatında kaleme alınan “ıssız ada” anlatılarını kaleme alan yazarların muratlarından çok farklı olsa da içeriğiyle değil de temasıyla bir ilham kaynağı olmuştur.

Alegorik anlatı geleneği

İslam dünyasında felsefi birikimin gelişiminde alegorik anlatıların önemli bir yeri vardır. İbn Sina, Huneyn bin İshak’ın Yunanca’dan çevirdiği Salaman ve Absal öyküsünden yararlanarak Hay bin Yakzan’ı kaleme alır. Ibn Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ı bu geleneğin en bilinen eseridir. Ancak bu noktada İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan adlı yapıtı ile İbn Sina’nın aynı adı taşıyan hikâyesi arasında hiçbir ilişki olmadığını hatırlatmamız şart. Aynı ismi taşıyan iki anlatı arasındaki en büyük ortak nokta ikisinin de alegorik metinler olmasıdır esasen. İbn Sina’nın eseri felsefi bir diyalogtur. Bilge bir kişi olan Hay bin Yakzan bir filozofla konuşmakta, ona gezip gördüğü beldeleri anlatmaktadır. İbn Sina kendi felsefi görüşlerini hikâyenin ana karakteri Hay aracılığıyla aktarmaktadır. İbn Tufeyl ise görüşlerini kendi karakteri Hay bin Yakzan’a sembolik tecrübeler aracılığıyla yaşatmaktadır. İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ının tahkiye boyutu İbn Sina’nın kaleme aldığından çok daha güçlüdür. İbn Sina’nın Hay bin Yakzan’ı daha sonra Şehabüddin-i Sühreverdi’nin el-Gurbetü’ül-Garbiyye’sine ilham kaynağı olur. İbn Tüfeyl’in Hay bin Yakzan’ı ise İbnü’n-Nefis’in er-Risalet’ül Kamiliye isimli kitabına ilham verir. Natık oğlu Fadıl adıyla yayınlanan kitap Hay bin Yakzan’dan yola çıksa da onun bir kopyası değil başlı başına bir kitaptır ve hem genel olarak peygamberliğin hem de son peygamberin gerekliliğinin akledilmesini konu eder.

İbn Tufeyl’in hikâyesi

Gelelim İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ına. Önce metnin yazarını tanımakta fayda var.   

İbn Tufeyl, Miladi XII. Hicri VI. yüzyılda Endülüs’te yaşamış bir filozof. Tam adı Ebu Bekr Muhammed b. Abdülmelik b. Muhammed b. Muhammed b. Tufeyl el-Kaysi olan İbn Tufeyl, Endülüs’te Gırnata şehrinin yakınlarında küçük bir kasaba olan Vâdîâş’ta (Guadix) doğdu. Arapların Kays kabilesine mensup olduğu için Kaysi nispetiyle anılan İbn Tufeyl, Latin dünyasında Ebu Bekr künyesinden dolayı Abubacer olarak tanınır. İbn Tufeyl, tıp, astronomi, felsefe ve şiir alanında önde gelen âlimlerden biri kabul edilse de bugün anılmasını sağlayan temel eseri Hay Bin Yakzan’dır. (İbn Tufeyl hakkında Taneli Kukkonen’in “İbn Tufeyl: Aklın Yaşamı” adlı kitabı dikkat çekicidir.)

Hay bin Yakzan’ı Edward Pococke Latinceye Philosophus Autoditactius (kendi kendine öğrenen filozof) adıyla tercüme eder. Kitap hakkında bir başka ilginç not da Fransızcaya tercüme eden Jean Baptiste Brunet’in “Granadalı Robinson” ismini tercih etmesi. 1672 yılında Hay bin Yakzan’ın Hollanda dilinde yapılan ilk baskısının imzasız tercümesinin Spinoza’ya ait olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Bir başka filozof olan Leibniz, Albert von Holten’e yazdığı mektupta İbn Tufeyl’in kitabından övgüyle bahseder. Hay bin Yakzan’ın Türkçeye kazandırıldığı tarih ise Batı dillerine göre çok daha yenidir. Nitekim Hay ilk kez Türkçeye Babanzade Reşid tarafından 1923’te Mihrab dergisinde çevrilmiş kitaplaşması ise çok daha sonra gerçekleşmiştir. Avner Ben-Zaken dilimize “Hay bin Yakzan’ı Okumak” ismiyle tercüme edilen kitabında batı literatüründe Hay bin Yakzan’ın yankılarını uzun uzun tahlil eder. 

Türk edebiyatında Hay bin Yakzan’a dikkat çeken yazarlardan biri Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Tanpınar “On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi”nde kitabın önemini şu sözlerle ifade eder: “Müsteşrikler tarafından o kadar ehemmiyet verilen Hay bin Yakzan’ın o çok güzel hikâyesine gelince, Müslüman âleminin tek romanı olan bu zihnî dramda psikolojiden ziyade yahut onunla beraber, çok ustaca idare edilmiş bir muâkale vardır.”

Hay Bin Yakzan’da anlatılan

Gelin bu muâkeleye (akıl yürütme) bir göz atalım. 

Hikâye, Hay bin Yakzan’ın doğumuna daha doğrusu varlık sahasına çıkışına dair iki varsayımla başlar. İki seçenekle başlamak, bir dilemmayı metnin başına koymak, bütün metni bir olasılıklar haritasına dönüştürmenin anahtarı gibidir. İbn Tufeyl, en baştan yazdıklarını “mutlaklaştırma” ihtimalini imha etmek istemiştir sanki. İlk varsayıma göre, Hay, bir orta kuşak adasında, organik özellikler kazanmış, tüm elementleri muhteşem bir biçimde dengelenmiş bir çamurdan meydana gelmiştir. İkinci varsayım ise komşu adadaki hükümdarın kız kardeşinin yaptığı gizli bir evlilik sonucu dünyaya gelmiştir ve ardından annesi tarafından bir sandığa konulmuş, sandık bu adaya ulaşmıştır. Olan bitenin bir adada yaşanmasıyla ilgili olarak Ahmet Sait Akçay’ın yorumu gayet çarpıcıdır: “İbn Tufeyl’in ada metaforunu kullanması da ilginçtir. Ada ötekisi olmayanı çağrıştırır. Nitekim Hayy, zihinsel gelişimi tamamlayıncaya; faal akla varıncaya kadar kimseyle yüzleşmez. Bununla İbn Tufely, bireyin kendi melekelerini kullanarak rahatlıkla tanrı fikrini kabul ettiği gibi farklı ulvi mertebeleri de keşfedebileceğini söylemek ister. Ada metaforunun akla tekabül ettiğini düşünürsek romanı aklın bir ütopyası alarak okuyabiliriz.” 

Bundan sonra varlık sahasındaki Hay’ın, adım adım önce kendi varlığını sonra da genel olarak varlık âlemini idrak etmesinin macerasıdır. Ancak bu macera bir kayıpla başlayacaktır. Onu bularak büyüten, anne rolünü üstlenen ceylanın ölümüyle Hay en başta olduğu gibi yine yalnız kalır. Hay, öncelikle anne rolünü üstlenen ceylanın ölümünü idrak etmek zorunda kalır. Sonraki bütün soruları bu sorudan çıkacaktır. Ölümün, daha doğrusu varlığı canlı kılan şeyin ne olduğu bilgisinin peşinde akıl yürüten ve gözlemler yapan Hay, önce ateşi sonra da alet yapmayı öğrenir. Hayatta olmanın ilk aşaması olan günlük hayat pratiklerini düzene koyan Hay, hem kendi ruhunu hem de âlemi gözlemeye başlar ve yaratıcının zaruretini idrak eder.  Sonra adasında bütün yalnızlığı ile yaşayan Hay, başka bir insanla karşılaşır. Absal ile… Çünkü toplum olmanın anlamını öğrenmeye sıra gelmiştir. Aksi takdirde hakikat eksik kalacak, cemiyet hâlinde yaşayan insanın ne olduğu sorusu karşılıksız kalacaktır. Sonra Hay bin Yakzan hikâyesinin sonuna şahit oluruz ki hikâyenin nihayetini okurlara bırakmakta fayda var. 

Robinson Crusoe’nun farkı

Hay bin Yakzan’ın en çok karşılaştırıldığı kitap Robinson Crusoe. Evet, Bacon’ın “Yeni Atlantis”i, Thomas More’un “Ütopya”sı da Hay bin Yakzan ile dolaylı olarak ilişkilendirilir ama söz dönüp dolaştırılıp Daniel Defoe’nin romanına illa ki getirilir. Hatta kimileri “ortak nokta” yorumunu uyarlamanın da ötesine taşıyarak “intihal” demeye vardırır. İki hikâyenin de adada yaşanması bir ortak payda olarak tanımlanabilmesi için yetersizdir. Öncelikle Robinson yetişkin, zihin dünyası tamamlanmış bir birey olarak adaya bir kaza ile düşer. Hay bin Yakzan ise adada büyümüş, zihin dünyası orada şekillenmiştir. Zaten Hay’ın hikâyesi bir zihin dünyasının şekillenmesinin hikâyesidir. Robinson ise kendi zihin dünyasını yaşamaya mecbur kaldığı adaya ve karşılaştığı, hatta ismini bile verdiği Cuma’ya empoze etmektedir. 

Bu yüzden Defoe’nin romanına bakmakta fayda var. İngiltere’deki evinden yola çıkıp Brezilya’da çiftlik sahibi olan Robinson, Afrika’dan köle ticareti yapan tüccardır. Bir gün yaşadığı deniz kazası ile otuz yıl yaşayacağı o ıssız adaya düşer. Adanın başına gelen ıssız sıfatı da ilginç. Bu ada sadece İngiliz tüccar için sahipsizdir. Defoe’yi yetiştiren medeniyet için ıssız olmak, meskûn olmamanın çok ötesinde henüz Batılı haritalarda yer almamış, kayıtlara geçmemiş, Batı mülkünün bir parçası olmamış gibi anlamlar içerir.

Robinson Crusoe’nun ilk işi kendini adanın kralı ilan etmektir. Kendisini adanın “efendi”si olarak tanımladığı andan itibaren de adada bulunan her şey üstünde keyfî bir tasarruf kurmaya başlar. Mutlu olmak için yapması gerektiğini düşündüğü her şeyi meşru gören Robinson, yiyeceğinden çok fazla üzüm toplayıp çürüyüp ziyan olmalarında sakınca görmez mesela. 

Robinson kendisinden güçlü olanlara kibar ve yardımsever davranırken, zayıflara karşı ise kaba ve kibirlidir. Nitekim zayıf gördüğü ve ismini vererek “Cuma” olarak tanımladığı insanı köleleştirmekte bir sakınca görmez. Robinson, Cuma’yı Hristiyanlaştırırken üstündeki iktidarını daha da pekiştirir. Ancak onun için gerekirse canını bile vereceğini defalarca söyleyen Cuma’ya şüphe ile yaklaşır ve ilk fırsatta kendisini aldatacağını düşünür. Adada yaşadığı dönem boyunca Robinson’un gözü sürekli gördüğü diğer adalardadır. Hiçbir zaman kendi adasıyla yetinmeyen Robinson, adadan kurtulduğunda bile tapusundan vazgeçmez.  

Nitekim Roger Garaudy, “İslam’ın Vadettikleri” kitabında Hay Bin Yakzan ile Robinson Crusoe’nun aralarındaki benzerliklerden ziyade farklara şu sözlerle dikkat çeker: “Bu ıssız ada romanının Robinson hikâyesi ile hiçbir ilgisi yoktur. Robinson, adasına kendisiyle birlikte ferdiyetçiliğini, silahını, tarıma elverişli hâle getirdiği tabiat ve hâkimiyeti altına aldığı Cuma üzerindeki iktidar arzusunu da getirmiştir. Aynı şekilde bu ‘iyi vahşi’ olmadığı gibi her şeyi baskısız fakat gelenek içinde öğrenen Rousseau’nun Emil’i de değildir.”
Hay bin Yakzan’ı “kâmil insana” götüren arayış, Robinson için söz konusu bile değildir. O “ıssız” diyerek mülkiyetine geçirdiği adada “nefs-i emmaresi”nden öteye geçmemekte, nefs-i emmaresi dışında da herhangi bir arayışı aklının ucundan bile geçirmemektedir. 

Netice

Zaten bu yüzden de Hay bin Yakzan’ın önemini Roger Garaudy, “İslam’ın Vadettikleri” kitabında şu sözlerle anlatır: “Felsefe ve tasavvufun bütünlüğü içinde düşünce ile hayatın, ilim ile imanın birliğini gösteren İbn Tufeyl’in felsefi romanı, insan, tabiat ve Allah arasındaki ilişkilerin bilincine varılması ve yaratılması hususunda felsefeye Hyraklit ve Empodekles’den bu yana XVI. asırdan beri Batı’da kaybetmiş olduğu tüm boyutları iade ediyor.” 

Hay bin Yakzan’ı daha pek çok defa yeniden yazmaya, okunmaya ve anlamlandırmaya ihtiyacımız var. Her yeniden okuma, yazma ve anlamlandırma Hay bin Yakzan’ı aramızda dolaştırmaya ve derinleştirmeye devam edecektir.

Bu anlamda “tamamlanmış” bir kitap değildir Hay bin Yakzan. Keşfedilmeyi beklemektedir.

Editör: Mehmet Çalışkan