Prof. Dr. Muhittin ATAMAN

Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden beri insanoğlu savaş, fakirlik, çevresel faktörler ve salgın hastalıklar gibi farklı nedenlerden dolayı yaşadığı yeri, evi veya ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Dolayısıyla bilinen tarihin başından bu yana göçmenler ve mülteciler az ya da çok hep var olagelmiştir. Ancak zorunlu nedenlerden dolayı yer değiştiren insanlar bir şekilde gittikleri topraklarda kök salarak orayı kendilerine vatan ediniyorlardı. Geçmişte mültecilerin ve göçmenlerin önünde daha çok fiziki engeller söz konusuydu, bunu aştıkları takdirde yeni bir yerde yerleşim konusunda çok da bir sorun olmazdı.

Daha önceki zamanlarda gerçekleşen bölgesel ve küresel nüfus hareketleri mültecilik bağlamında değerlendirilmezdi çünkü mülteci sorunu Fransız Devrimi sonrasında yerleşen ulus-devlet zihniyetinin ve bu ihtilalle birlikte ortaya çıkan vatandaşlık kavramının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Batı medeniyeti tarafından geliştirilen modern ulus-devletler insanları, vatandaşlar ve vatandaş olmayanlar şeklinde mutlak bir ikili ayrıma tabi tuttu ve ülkelerini vatandaşları olmayanlara, yani yabancılara, kapattı. Bunun sonucu olarak da devletlerarası dolaşım için pasaport kullanma ve vize (izin) alma zorunluluğu getirildi. Bir kişinin, başka bir devlete, o devletin otoritelerinin izin vermemesi durumunda yasal yollardan gitmesi mümkün değildir. Ayrıca, devletler kural olarak kişilerin sadece bir vatandaşlık sahibi olmasını beklerler; vatandaşlarını başka otoritelerle paylaşmayı tercih etmezler. Buna rağmen, dünyada birden çok ülkenin vatandaşlığına sahip çok sayıda insan var. Öte yandan, dünyada yaklaşık 3,5 milyon insan da vatansız olarak, herhangi bir ülke vatandaşı olmadan yaşıyor.

Mültecilerle ilgili kavramlar gibi mültecilerle ilgili kurumlar da son iki yüzyıllık gelişmelerin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Fransız ve Sanayi İhtilalleri dışında insanları en çok ülke değiştirmeye zorlayan gelişme savaşlar olmuştur. Özellikle XX. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen iki dünya savaşı milyonlarca Batılı insanı zorla evini ve ülkesini terk etmek zorunda bırakmıştır. Mülteciler konusunda kurulmuş en önemli uluslararası kuruluş olan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği de zaten 1950 yılında İkinci Dünya Savaşı’nda evlerini kaybeden Avrupalı insanların sorunlarını çözmek amacıyla kurulmuştur.

Batı siyasetinin beslediği mevcut mülteci krizi:

Küresel sistemin dönüşümü, bölgesel sistemlerin çökmesi ve Batı’nın göçmen politikaları başta olmak üzere genel dünya siyaseti en çok üzerinde durulması gereken hususlardır. Kolay ve ucuz ulaşım imkânlarının artması, iletişimin ve farkındalığın yaygınlaşması, küreselleşme sürecinin yoğunlaşması ve fiziksel engellerin kalkması gibi gelişmelerin de etkisiyle uluslararası göçler dramatik bir şekilde artmıştır. Netice itibarıyla günümüzde, tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak kadar yoğun ve yaygın uluslararası göç hareketleri gerçekleşmektedir. İlgili akademisyenler tarafından yapılan hesaplamalara göre dünyada her dört saniyede bir, bir insan evini yurdunu terk etmektedir.

Günümüzde en çok mülteci veren dört önemli bölge/alt-kıta vardır. Birincisi, son dört yüzyıldır en fazla mülteci veren bölgelerin başında Afrika kıtası gelmektedir. Neredeyse tamamı Batılı devletler tarafından sömürgeleştirilen kıtadan önce insanlar zorla göç ettirildi. Bu ilk dönem Afrikalılar, köle olarak Batılı ülkelere taşındı. Bu insanlar daha sonra yoksulluk ve siyasi istikrarsızlık dolayısıyla ülkelerini terk etmek zorunda kaldılar. İkinci en çok mülteci veren bölge Ortadoğu’dur. Bölgedeki baskıcı rejimler, siyasi istikrarsızlık, başarısız devletler göçün temel sebepleridir. Ancak Ortadoğu ülkelerinin büyük çoğunluğunun Batılı devletlere bağımlı siyaset yaptıkları da herkesin malumudur. Aynı zamanda Batılı ülkeler, Filistin-İsrail sorunu, Irak işgali ve Suriye krizi gibi Ortadoğu’daki siyasi krizlerin sebebi değilse de doğrudan taraflarıdır. 

Üçüncü en çok göç veren bölge Güney ve Güneydoğu Asya ülkeleridir. Bu bölgede de sömürgeci zihniyetin mirası, bölge ülkelerinin istikrarsızlığının en önemli nedenlerinden biridir. Örneğin, Keşmir’in farklı ülkeler arasında bölünmesi Keşmirlilerin haksız muamelelerle karşı karşıya kalmasını beraberinde getirmiş ve neticede on binlerce kişi mülteci olarak başka ülkelere göç etmek zorunda kalmıştır. Dördüncü bölge ise Latin Amerika alt kıtasıdır. Bu alt kıtada yaşanan sorunlardan ise doğrudan ABD etkilenmektedir. Bugün itibarıyla on binlerce Latin Amerikalı insan ABD sınırında ülkeye giriş yapmaya çalışmakta, ancak ABD hükümeti tarafından engellenmektedir.

Birleşmiş Milletlerin verilerine göre, 2017 yılı sonu itibarıyla 68,5 milyon insan zorla yerinden edilmiştir. Kendi ülkesi dâhilinde yerinden edilenlerin sayısı da 40 milyonu bulmaktadır. 3,1 milyon insan da sığınmacı olarak yaşama tutunmaya çalışmakta ayrıca iktisadi nedenlerden dolayı da 250 milyon civarında kişi başka bir ülkede yaşamaktadır. Ülke bazında en fazla göç veren ülkelerin başında Suriye, Irak, Afganistan, Somali, Eritre, Güney Sudan, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Orta Afrika Cumhuriyeti, Burundi, Myanmar ve Ukrayna gelmektedir. Dünyadaki tüm göçmenlerin yaklaşık %80’i bu ülkelerden çıkmıştır.

Mültecilerin en fazla gittikleri ülkeler ise gelişmiş Batılı ülkelerdir. Avrupa genelinde nüfusun yaklaşık %10’u göçmendir. Almanya, Fransa ve İngiltere gibi büyük ülkelerde göçmen kökenlilerin genel nüfusa oranı %20’lere kadar çıkmaktadır. Batılı devletler, milli menfaatleri gereği göçmenleri seçerek alır. Geçmişte daha çok fiziki kapasitelerine bakarken bugün kalifiye olup olmamalarına göre göçmenleri kabul ediyorlar. Batılı ülkeler Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Soğuk Savaşın sona ermesinden bu yana farklı göçmen dalgalarına maruz kalmaktadırlar. Önce Orta ve Doğu Avrupa’nın eski komünist ülkelerinden, daha sonra da dünyanın doğu ve güney yarımkürelerinden milyonlarca insan daha iyi şartlarda yaşamak umuduyla Batı dünyasına göç etmektedirler.

Ancak bu rakamlar yanıltıcı olmasın. Batılı devletlerin izlediği sıkı siyasetin bir sonucu olarak insanların önemli bir kısmı zaten Batı’ya ulaşamamakta, bölge ülkelerinde kalmaya mecbur olmaktadır. Netice itibarıyla, dünyada en fazla mülteci barındıran ülkeler gelişmiş Batılı ülkeler değil, özellikle krizlere maruz kalan devletlere komşu olan ülkelerdir. Bundan dolayı da topraklarında en fazla mülteci barındıran ülkelerin başında Türkiye, Pakistan, Lübnan, İran, Etiyopya, Ürdün, Kenya, Uganda, Çad ve Sudan’ın gelmesi sürpriz değildir. Çünkü bu ülkeler, daha çok krizlerle karşı karşıya kalan devletlere komşu ülkelerdir.

Batı’nın mülteci sorununa güvenlikçi bakışı:

Mülteciler sorununa genellikle iki farklı perspektiften bakılır: Ulusal menfaatlere dayanan güvenlik (çıkar) perspektifi ve insan hakları rejimine dayalı insani (değer, hak) perspektif. Batılı devletler maalesef mülteci sorununa daha çok güvenlik perspektifinden bakmaktadırlar. Konunun dünya siyasetinin gündemine oturması, mültecilerin uluslararası güvenliği zedeleyecek duruma gelmesinden sonra mümkün oldu. Batılı ülkeler kendi menfaatlerine dokunmadığı sürece mültecileri ortaya çıkaran siyasal ve ekonomik şartlara da yaşadıkları şartlara da kayıtsız kalmaktadırlar. Kaldı ki yukarıda da ifade edildiği gibi, zaten çoğunlukla Batılı devletlerin siyasetleri Batı-dışı ülkelerde yaşayan insanları mağdur eden ortamları doğurmaktadır. Toplumlar ve ülkeler arası karşılıklı bağımlılığın artmasının sonucunda giderek başka ülke ve toplumların yaşadıklarına kayıtsız kalmak zorlaştığı için mültecilerin neden olduğu sorunların maliyeti de artmaktadır. Bunun sonucu olarak da Batılı ülkeler diğer bölgelerdeki gelişmelerden ziyadesiyle etkilendikleri için mültecilerin maruz kaldığı olumsuzluklara kayıtsız kalamaz duruma gelmişlerdir.

Mülteciler gittikleri ülkeler bakımından güvenlik sorunu olarak görülmektedirler. Batılı ülkelerdeki mültecilerin sayısının artmasına paralel olarak bu ülkelerdeki ekonomik, toplumsal ve siyasal dengelerin değişmesiyle birlikte bu ülke halkları ve siyasetçileri tarafından mültecilerin suçlanması ve bunun sonucu olarak da ötekileştirilmesi söz konusu olmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki mülteciler ve iltica, büyük oranda son zamanlarda yaşanan gelişmelerin nedeni olmaktan ziyade küresel ve bölgesel ölçeklerde yaşanan gelişmelerin bir sonucudur. Çünkü Batılı sömürgeci devletlerin yüzyıllardır Batı-dışı ülkelerin imkânlarını ve kaynaklarını sömürdüğü ve hâlâ sömürmeye devam ettiği bilinmektedir. Bugün de Batılı sömürgeci devletler, Batı-dışı ülkelerde yaşanan sorunlara doğrudan veya dolaylı olarak taraftırlar. Dolayısıyla, gelişmemiş ülkelerden gelişmiş Batılı ülkelere doğru oluşan mülteci akını, Batılı ülkelerin izledikleri siyasetin doğrudan bir sonucu olarak okunabilir.

Dünyada giderek artan bir öteki (yabancı) düşmanlığı söz konusudur, ancak Batılı ülkelerde bu ruh hâli çok daha baskın ve etkilidir. Batı dünyasında yükseliş trendi gösteren ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı, popülist Batılı hükümetlerin ve siyasi otoritelerin kucaklayıcı ve yapıcı adım atmalarına da engel olmaktadır. Batı medyasının ayrımcı, dışlayıcı ve ötekileştirici dili göçmenleri olduğundan daha büyük bir sorun hâline getirmektedir. Bunun neticesinde de Batılı ülkeler çok kısıtlı vize politikaları uygulamaya ve mültecileri ülkelerine kabul etmemeye başlamışlardır. Kısıtlı vize politikaları da namlunun ucunda yaşamaya razı olmayan mültecileri düzensiz göçlere yöneltmekte ve illegal ve tehlikeli yollara sevk etmektedir. Yasal yolların tıkalı olması sebebiyle göçmenler daha çok, insan ticareti ile uğraşan çeteler aracılığıyla illegal yollardan Batı’ya ulaşmaya çalışmaktadırlar.

Müslümanlar söz konusu olduğunda Batı dünyasındaki düşmanlığın çok daha fazla olduğunu söylemek lazım. Dünyadaki algı inşa araçlarını elinde tutan Batılılar, kültürel hegemonyalarına bir meydan okuma ve alternatif olarak gördükleri İslam medeniyet değerlerini ve Müslümanları hedefe koydukları için Müslüman karşıtlığı en çok işlenen konuların başında gelmektedir. Netice itibarıyla, genel yabancı düşmanlığının ötesinde bir Müslüman karşıtlığı dalgası gelişmektedir.

Yakın zamanda Yeni Zelanda’da Cuma namazı için camilere ve mescitlere giden Müslümanlara karşı gerçekleştirilen katliam bir kere daha Müslüman mültecilerin güvenliği konusunu ve karşı karşıya kaldığı insani dramı dünyanın gündemine getirmiştir. Özellikle Müslümanların hedef alınması, yaşadıkları olumsuz yaşam koşullarıyla birlikte değerlendirildiğinde Müslüman mültecilerin aşırı fikirler edinmesine ve siyaseten radikalleşmesine neden olmaktadır. Elbette Müslüman mültecilerin sosyal, ekonomik, dini ve kültürel karakterleri diğer mültecilerin özelliklerinden daha olumsuz değildir. Ancak Batı’da kullanılan olumsuz dilin sonucunda İslam ve Müslümanların düşmanlaştırılması söz konusu olmaktadır. Bunun neticesinde de Batılı ülkelerde her gün onlarca Müslüman kişi ve kurum, ırkçı kişi ve grupların saldırılarına maruz kalmaktadır.

İslam ve Müslüman karşıtı siyasal kampanyanın devam etmesi sadece Müslümanları tehdit etmekle kalmayacak, Batılı toplumlardaki siyasal ve toplumsal dengeleri de alt üst edecektir. Dünyanın giderek karşılıklı bağımlı hâle gelmesi ve devletler ile toplumlar arasındaki etkileşimin artması sonrasında geniş halk kitlelerinin imkânlardan mahrum bırakılması ciddi güvenlik tehditleri olarak geri dönecektir. Çünkü artık Müslümanlar sadece Müslüman ülkelerde yaşamıyor, Batılı devletlerin nüfuslarının önemli bir oranını oluşturuyorlar. Dolayısıyla Müslümanlar, Batılılar için bir dış politika konusu olmanın yanında aynı zamanda bir iç politika ve toplumsal gelişme konusudur.

Editör: Mehmet Çalışkan