Nihal İŞBİLEN

İstanbul Başakşehir Kur'an Kursu Öğreticisi

İnsan, gelişim dönemlerinin ister çocukluk evresinde ister yaşlılık evresinde olsun ölüm ile yok olma fikrini kabullenemiyor ve varlığının devam etmesini arzuluyor. Materyalist düşüncenin öne sürdüğü ölümün kaçınılmazlığı ve varlığı yok ediciliği, ölüm düşüncesini göz ardı etmeyi salık veriyor.

Ölümü salt yok oluş ile açıkladığımızda her an ensemizde bir canavar, her an peşimizde bir karabasan hissi uyandırmakta, dolayısıyla ruhsal hastalıklara zemin hazırlamaktadır. Yalom, ölüm kaygısını psikopatolojinin ve anksiyetenin ilk kaynağı olarak nitelendirmekte iken Freud, “Her korku aslında ölüm korkusudur.” diye ifade etmektedir. Ahirete iman, insanı bu çıkmazdan çıkarıp bu kaygı ve endişelerden salim eyler. Ölümün bir yok oluş değil gerçek hayata “ahiret hayatına” geçiş için bir vesile olması insanın ölümsüzlük arzusuna bir cevap niteliğindedir.

İnsanın fıtratında var olan sonsuzluk arzusunun evrensel psikolojik bir tutum olduğunu Jung şöyle açıklar: “İnsanların pek büyük bir çoğunluğu, her zaman hayatın devamlılığına inanmaya ihtiyaç duydular... Hayatın ölümü aştığını düşündüğümüz zaman, bu düşüncenin anlamı bizden kaçıp kurtulsa, aklımızla tam olarak kavrayamasak bile yine de hayatın anlamı içinde hareket ediyoruz. Ölüm ötesi bir hayata inanma, insan için kaçınılmaz, zorlayıcı bir durumdur.” (Hayati Hökelekli, Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi ve Din, İstanbul Dem Yayınları 2008. s.151.) 

Sonsuzluk arzusu, ölüm ötesi bir hayatın varlığına inanmayı gerekli kılmaktadır ve insan fıtratının arzu ettiği böyle bir kabulün İslam’ın şartları içerisinde yer alması dikkate şayan bir husustur. Bu hususa görev (manevi destek birimi) yaptığım hastanenin hâlihazırda ötelere her an açılmaya hazır bir kapısı bulunan bir serviste, Palyatif bakım merkezinde ahirete imanın varlığına ve ahiret düşüncesinin insanlar üzerindeki teskin edici, iyileştirici gücüne her gün şahitlik ediyorum. İnsanlar sevdikleri ile ahiret yurdunda kavuşmak üzere ayrılıyorlardı.

İnsanın anlam arayışı

Ölüm gerçeği, doğası gereği bir varoluşsal krize sebebiyet verir. Ölümün acımasız yüzü karşısında bu dünyanın gerçekliğini ve gerçek değerini sorgulamaya başlarsınız, dünya hayatı ve hayata ilişkin her şey sahte ve anlamsız gelir.  Eğer ikna edici bir cevabınız yoksa umutsuzluğa, karamsarlığa, psikolojik ve psikiyatrik problemlere sürüklenebilirsiniz.

İnsanın varoluş ve ölüm ikilemini Erich Fromm şu şekilde ifade etmektedir: “Kendinin farkında olduğu için güçsüzlüğünün ve varoluşunun sınırlarını kavrar. Kendi sonunu gözlerinin önüne getirir: Ölümü. Hiçbir zaman varlığının ikiye bölünmüşlüğünden kendini kurtaramaz: İstese dahi zihninden vazgeçemez, yaşadığı sürece bedeninden de vazgeçemez, bedeni onu hayatta kalmaya istekli yapar. Akıl da onun lanetidir; akıl insanı yanıt bulmayan bir ikiye bölünmüşlüğü çözüme kavuşturması için bitmez tükenmez bir biçimde uğraşmaya zorlar.” (Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, İstanbul Say yayınları 2012, s.32.)

Bu ikilemin dehşetinden insanı kurtaran yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, ölüm ile ikiye bölünen iki farklı varoluş alanının varlığından bahseder. İnsanın ölümü ile sona eren dünya hayatının/birinci varlık alanının terk edilmesi ile insan, boyut değiştirerek ikinci varlık alanına/ahiret yurduna geçiş yapmaktadır. Dinin sunduğu bu öğreti, insanın içine düştüğü ikilem çıkmazını tatmin edici bir şekilde aşmasını sağlar.

Ruh sağlığını koruyucu etkisi

Bireyin hayatı içerisinde yaşamış olduğu her türlü musibetin, sıkıntının geçici olduğu, sabredip razı olduğu takdirde mükâfatını göreceği bir öte âlem inancı, kişinin olaylarla başa çıkma gücünü arttırmaktadır. İnsan bazen bir yakınını kaybedebilir, bazen bir hastalığa yakalanabilir, bazen engellilik durumu ile karşılaşabilir. Böyle durumlar insanın depresyon, çaresizlik ve umutsuzluk gibi çeşitli ruhsal hastalıklara yakalanmasına sebep olabilir.  Bu gibi beklenmedik ve istenmedik olaylarla karşılaşıldığında dünyanın geçiciliği ve ahiret düşüncesi insanın yüreğine su serpmekte ve hayatına devam edebilmesini sağlamaktadır. Yapılan araştırmalarda ahirete iman, dinin başa çıkmada en çok başvurulan kaynaklarından biri olduğunu göstermektedir.

İnsanın adalet arayışı

Ahiret inancı, ahlaki davranışı ve adalet duygusunu tesis eder. Hesap gününün varlığı cennet ve cehennem inanışı ile insan başıboş yaratılmadığını bilir. (Kıyamet, 75/36.) Her an izlendiği, bir gün yaptıklarının hesabını vereceği düşüncesi görevlerini yerine getirme hususunda bireye sorumluluk yüklemektedir. Aynı zamanda bireyin otokontrol mekanizmasını kazanmasını ve geliştirmesini sağlamakta; iyiyi ve güzeli işlemesine, kötülükten kendisini sakınmasına vesile olmaktadır.

Bir diğer husus ise her insanın içinde fıtraten taşıdığı adalet duygusudur. Hasan Kaplan; yaş, cinsiyet, sosyal sınıf, milliyet ve kültür farkı gözetmeksizin hemen her insanda bir adalet ve “ilahi adalet” duygusunun olduğunu söyler; “ilahi adalet” inancını şu şekilde izah eder: “İnsanların mantıksal sebep-sonuç ilişkisini dikkate almaksızın bazen zımnen bazen açıkça beyan ettiği, hem bu dünyada herkes başına geleni hak ediyordur, elde ettiğine de layıktır ve insanlara layıkıyla muamele edilir anlamına gelen içkin adalet düşüncesini hem de hak eninde sonunda (ya bu dünyada ya da ahirette) yerini bulur, anlamında nihai adalet inancını içeren aşkın bir adalet kavrayışıdır.” (Hasan Kaplan, İlahi Adalet Psikolojisi, 2011, s.36.) İnsan maruz kaldığı haksızlıklara yönelttiği bu düşünce ile hakkını aramaktan vazgeçmemekle birlikte kimsenin yaptığının yanına kâr kalmayacağını, hakkın bu dünyada olmasa da ahirette yerini bulacağını düşünür. Bu düşünce insanların yaşamlarını sabır ve umutla sürdürmelerine önemli bir katkı sunar.

İnsanoğlu, ilk insandan bu yana ölümsüzlük arzusu (Tâhâ, 20/120-121.) ile yaşamını sürdürmüş ve ölüm fikri ile barışamamıştır. Ahiret düşüncesinin bu kaygıyı sonlandırıp sonsuzluk âlemine geçişe vesile olması ile ölümün soğuk görünen yüzü kabul edilir bir hâl almıştır. Ahiret inancı bu varoluşsal fonksiyonuna ek olarak insana yüklediği sorumluluk duygusu ile güzel ahlakın ve adalet duygusunun gelişmesine katkı sağlamaktadır. Her gün çeşitli imtihanlar ile karşılaşan insana, sıkıntılar ile baş etme gücü ve ruh sağlığını korumasında önemli destek sunmaktadır.

Hayatın ve ölümün anlamı

Eğitim amaçlı bulunduğum Viyana seyahatinde, rehberimiz ile Viyana’nın tarihi dokusunu gezerken konu, tarihten dizilere, filmlere geldi ve tavsiye ettiği birçok film ve dizi arasından beş sezonluk “Six Feet Under”ı Türkiye’ye döner dönmez hızlı bir şekilde izledim. Söz konusu dizi Hristiyan dinine mensup bir cenaze evinin aile hayatını konu ediniyor. Hayatı ve ölümü çarpıcı bir şekilde gözler önüne seren dizi, izlerken sizi içine çekiyor ve ailenin bir bireyi oluveriyorsunuz. İşte böyle başlamıştı, ölüme dair merakım. Bu merak daha sonra ölüm düşüncesini konu edinen çeşitli filozofların, psikologların ve düşünürlerin kitaplarını okumakla devam etti; Ernest Becker’in “Ölümü İnkar”; Elizabeth Kübler Ross’un “Ölüm ve Ölmek Üzerine”, Irvin Yalom’un “Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek” isimli kitaplar bunlardan birkaçı.

Günlerden bir gün işe giderken yanıma Arthur Schopenhauer’ın “Ölümün Anlamı” kitabını alarak çıktım. Görev yaptığım hastanede yaşam ile ölüm arasında önemli sorgulamalar yaşayan hasta ve hasta yakını görüşmeleri, hemşirelerle keyifli sohbetler ile mesai sona erdi. Aynı gün yolda seyir hâlindeyken telefonum çaldı. Arayan babamdı, sesi ambulans sesine karışıyordu. “Nihal, hemen gel!” diyordu, endişeli ama endişesini belli etmemeye çalışan bir ses tonu ile...

Ne olduğunu anlayamadığım bir şaşkınlık ve korku ile kapattım telefonu. “Anneciğim, lütfen ölme!” diyerek beni aşan hız limitleri ile yol aldım. İstanbul-Edirne arası hiç bu kadar uzun olmamıştı, daha önce hiç bu kadar hız yapmamış olmama rağmen. Akşam karanlığında Edirne Tıp Fakültesi Hastanesindeydim. Babamın tarif ettiği koroner yoğun bakım ünitesinin önünde babamla kucaklaştık. Neler oluyordu, hayat rutin bir şekilde devam ederken biz şimdi neden yoğun bakımın önündeydik.

Korku, kaygı, endişe ve üzüntü daha önce aynı anda bir araya gelmemiş olan karışık duygular içerisindeydim. Babam, biraz sakinlemiş, beni de endişelendirmemek için annemin kalp krizi geçirdiğini, hastaneye gelirken pek iyi vaziyette olmadığını fakat hastaneye geldikten bir süre sonra iyi olduğunu ve görevlilerden rica ettiğini birazdan annemin yanına girebileceğimi söyledi.

Şükürler olsun annemin yanındaydım. Dayanılmaz ağrıları vardı ama yüzünün vazgeçilmez ifadesi; tebessümü yine yüzündeydi. Yine sabırlıydı. Yine tevekküllüydü. Bu kısa görüşmemizde, ağrıları aman verdikçe sohbet ettik. O yine benim hâlimi hatırımı, nasıl olduğumu, neler yaptığımı soruyordu. Hasta bakıcının uyarıları sohbetimizi sonlandırdı. Annemi hemşirelere teslim ederek kapının önünde bekleyişe koyulduk. Ağrıları vardı ama daha önce de hastane günlerimiz olmuştu. Bu da geçecekti. Ertesi gün oldu, babam, “Bugün içeri sen gir.” dedi.  (Yoğun bakıma gün içerisinde yalnız bir defa belirli saatlerde hastanın sadece bir yakınının içeri alındığını, yoğun bakım tecrübesi yaşayan herkes bilir.) Hiç ikiletmedim. Ve saati beklemeye başladım, heyecan ve endişeyle. Annemin yanındayım, nihayet. Canımın içi, ağrılarından nefes alamıyor, ne yapacağını bilemiyor. Yoğun bakım ünitesindeki tüm hasta yakınlarına bilgi verildi, hasta yakınları bir bir dışarı çıktı. Fakat bana hâlâ bilgi veren olmadı. İyi tarafı annemin yanında daha uzun kaldım ama neden hâlâ bilgi vermiyorlardı! Birkaç sefer müdahale ettim, bilgi vermeleri için ve aralarındaki konuşmalara kulak misafiri oldum. Durum hiç iç açıcı değildi. Gerçekten annemden mi bahsediyordunuz? Kimden bahsediyorsunuz siz? Biraz sonra sözcü olarak bir asistan yanıma geldi. Annemin başı ucunda, annemin hayati tehlikesinden bahsetmeye başladı. Sözsüz bir şekilde, annemden doktoru uzaklaştırdım. Pozitif bilimin yüzü bu kadar mı soğuktu? Neler söylüyorsun sen bana? Hem de annemin başı ucunda! Doktor, tepkimden hoşlanmasa da annemden uzaklaşarak konulan teşhisi ve uygulanacak tedaviyi anlattı. Artık kendimi çok zor tutuyordum! Annem ile kısa görüşüp ağlayarak dışarı çıktım.

Ertesi gün, babam girecekti annemin yanına. Ama o da ne! Yoğun bakımdan bir yatak getiriliyor dışarı doğru. Annemi çıkarıyorlar, yoğun bakımdan. Oh, nihayet, servise çıkacak artık! Ama öğrendik ki, doktorun daha önce bilgisini verdiği diyaliz ünitesine götürülmek üzere çıkarılmıştı, yoğun bakımdan. Asansöre beraber bindik, annem, babam hasta bakıcı, hemşire ve ben. İkinci kattan giriş katına inmek üzere. Fakat asansör hastanenin en üst katına kadar çıktı ve çıkarken ve inerken her katta durdu, kapılar açıldı kapandı. Buna hiç anlam veremedik o an. Neden bir hasta asansörü yoktu ki? Daha sonra anladım ki hayatımdaki en anlamlı en bitmesini istemediğim asansör yolculuğumdu. Bu esnada annemin yüzünü okşadım, onunla sohbet ettik. Ve diyalize uğurladık. Diyaliz ünitesinin önünde umutlu bir bekleyişe koyulduk. Annem güzel konuşuyordu, tedavisi için diyalize getirilmişti, iyileşiyordu. Rahat bir nefes almıştık, çok kısa bir süre.

Aradan bir saat geçti ve babamın telefonu çaldı. Babam, inanamıyor hayretler içerisinde sorular soruyordu. Neler oluyor? Diyaliz ünitesindeki sorumlu doktor aramıştı, biraz sonra yanımıza geldi. Annemin diyaliz ünitesinde bir kalp krizi daha geçirdiğini ve şu an müdahale ettiklerini söylüyordu. Biraz sonra yine yanımıza gelip ellerinden geleni yaptıklarını söylüyordu. Bir daha geldi ve bir daha. Keşke bir daha gelmeseydi! Son gelişinde tüm uğraşlarına rağmen annemi kurtaramadıklarını söylüyordu! Nasıl olurdu böyle bir şey? Az önce konuşarak diyalize uğurladığımız annem. Annem artık yok muydu?!

Ölümün varlığına işte o zaman inandım ben! Ölüm vardı ve bizim evimizdeydi, şimdi. Ölümün varlığına inansam da annemin ölümünü çok sonra kabul etmiştim. Hayatta en çok kıymet verdiğiniz varlık bir anda ellerinizden kayıp gidiyor ve siz hiçbir şey yapamıyorsunuz. Ölümün sineleri yakan ateşi ile soğuk yüzünü aynı anda hissediyorsunuz. İnsanın çaresizliğini son haddine kadar yaşıyorsunuz. Dünya hayatının ölüm ile sonlandığını kitaplardan değil de hayatın ta kendisinden öğrenmiştim. Nasıl dayanılmaz bir andı, anneme sarıldığımda bana sarılmaması, annemi öptüğümde beni öpmemesi, anne, anneciğim diye seslendiğimde bana cevap vermemesi… Ecel evimize gelmiş, en kıymetlimizi alıp gitmişti. Yüzünün vazgeçilmez ifadesi; tebessümü, yine yüzündeydi.

Artık ayrılma vaktiydi. Annemi toprağa verme vakti. Amansız bir ayrılık vakti. Nasıl dayanılırdı ki buna? İnsan nasıl kabul edebilirdi sevdiğinin toprak olduğunu? Ahiretin varlığına işte o zaman iman ettim ben. Ölümün perişan eden hâline, bu dünyada annemin varlığına son verildiği fakat öbür dünyada, ahiret yurdunda anneme kavuşacağım düşüncesi kalbime ve ruhuma esenlik verdi. Annemin vefatını takip eden günlerde, okumalarım ahireti anlatan kitaplar ile devam etti. Okudukça, öğrendikçe içim ferahladı. Ahirete iman kalbime sükunet verdi. Kavuşma düşüncesi olmasa dayanılmayacak bir acı, bir handikap sizi içine çekiyor. Her gün ilk günkü özlemle cennetmekân annemi yâd ediyorum…

Editör: Mehmet Çalışkan