Dr. Mehmet BULUT
DİB Başkanlık Müşaviri

Kur’an-ı Kerim’in başka dillere aktarılması veya yaygın ifadesiyle Kur’an tercümesi, bütün zamanlarda tartışılagelmiş bir konu. Meselenin ilmî yönü, bu makalenin hacmini bir hayli aşar. Burada, 1920’li yıllarda ülkemizde yayınlanan ve halkın da tepkisini çeken bazı Kur’an tercümeleri karşısında, henüz yeni bir teşkilat olan Diyanet İşleri Reisliğinin tavrını bir iki arşiv belgesiyle okuyucularımızın dikkatlerine sunmak istiyorum.

Öteden beri Kur’an çevirileri etrafında yapılagelen tartışmaları birkaç maddede toplamak mümkün: “Kur’an’ın tercüme edilmesi uygun mudur?”, “Kur’an başka dillere çevrilebilir mi ve çevrilmeli midir?”, “Meal/tercüme okumakla Kur’an hakikatleri anlaşılabilir, İslam öğrenilebilir mi?”, “Yetkin olmayan kişi ve kurumların Kur’an tercüme teşebbüslerindeki amaçları nedir?” Yakın dönemde ve günümüzde bunlara eklenen tartışmalar da söz konusu. Mesela, “Meal okumak, İslam’ı öğrenmek için yeterlidir.” anlayışı. Bilindiği gibi son günlerde tartışma konularına bir yenisi dâhil edildi: “Gençleri, yeni yetişen nesli meal okumaya teşvik uygun mudur ya da ne kadar uygundur?”, “Gençler, sadece meal okuyunca Kur’an-ı Kerim’e bakış açılarında olumsuz anlamda bir değişim mi meydana gelmektedir?” Bunlar ve benzerleri üzerinde, ehlince daha önce ilmî çalışmalar yapılmıştır, günümüzde de yapılmaktadır ve gelecekte de kuşkusuz yapılacaktır.

Aşağıda yer vereceğim belgelerden de rahatlıkla anlaşılacağı gibi 1920’li yıllarda bu konuda yaşanan en büyük problem, yetkin olmayan kişilerce hazırlanıp yetkili herhangi bir merciin tetkikinden de geçirilmeden yayınlanan Kur’an’ın Türkçe tercümelerinin hatalarla dolu olmasıydı. Bu hatalar, meallerin dışında, yayınlanan bir kısım kitaplarda yer verilen cüz, sure ve ayetlerin tercümelerinde de görülmekteydi. Bu hâl, bir kısım insanımızın da dikkatini çekmiş ve durumu hem Reisliğe hem de ilgili diğer resmî makamlara şikâyet etmişlerdi. Reislik Müşavere Heyeti, başta “Kur’an Tercümesi” adıyla yayınlananlar olmak üzere, gelen şikâyetleri ve şikâyetlere konu yayınları incelemiş, hatalarını göstermişti. Ancak bunlar yayımlandıktan sonra yapılan müdahalelerdi ki probleme köklü bir çözüm getirmiyordu. Bu durumda Reislik, yapılan tahrifatın menfi etkilerini nispeten azaltmak üzere günün gazetelerine açıklamalar göndererek kamuoyunu bilgilendirilmeye çalışmıştı. Nitekim 1924’ten vefat ettiği 5 Mart 1941 tarihine kadar 17 yıl süre ile Reislik makamında bulunan M. Rifat Efendi’nin, basına çok az yansıyan beyanatından birkaçı bu konuyla ilgiliydi.

Burada bir paragraf açarak belirtmeliyim ki başından itibaren Diyanet İşleri Reisliği meal yazma işine karşı olmamıştır. Büyük Millet Meclisinin 1925 yılında aldığı bir kararın ifası kabilinden de olsa, Reisliğin ilk yıllarındaki en önemli hizmetlerinden birinin Hak Dini Kur’an Dili adıyla vücut bulacak bir meal ve tefsiri yayınlanmış olması da bunu göstermektedir. Bilindiği gibi bu teşebbüste müstakil bir cilt hâlinde bir meal yayınlanmamış, müellif merhum M. Hamdi Yazır, tefsirini hazırlarken önce ayet veya ayetlerin mealini vermiş sonra tefsirini yapmıştı. İlk başta yapılan anlaşma gereği, merhum Mehmed Akif Bey, hazırladığı meali tamamlayıp Reisliğe teslim etseydi, bu durumda meal ayrı bir cilt olarak mı basılacaktı, bu konuda bir belgeye sahip değilim. Söz buraya gelmişken ilave edeyim ki meali de ihtiva eden Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirimizin ilk baskısı 1935-1938 arası yıllarda yapıldıktan sonra Reislikçe daha sonra bu eserin yeni baskıları yapılmadı. Öte yandan, 1956 yılında bir teşebbüs olmuşsa da 1961 yılına gelinceye kadar Başkanlık müstakil bir meal de yayınlayamadı. Ancak Reislik sürekli olarak bunu bir ihtiyaç olarak hissetti. 1961’de üç cilt hâlinde yayınlanan mealin adı “Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meal)” adını taşıyordu. İlaveten belirtelim ki günümüzde Başkanlığın, Türkçe dışında onlarca dilde meal yayınlaması da meseleye atfedilen önemin diğer bir nişanesidir.

Reisliğin, hatalı Kur’an tercümeleri konusunda kamuoyunun dikkatini çekmek üzere hazırladığı ilk basın açıklaması, 28 Nisan 1924 tarihli gazetelerde yayımlanmıştı. Hatırlanacağı gibi bu tarih, Reisliğin kuruluşunun henüz ikinci ayıdır. “Diyanet İşleri Reisi Rifat” imzasıyla gazetelerde intişar eden ve konuya ilişkin önemli bir belge olan bu açıklama, o günlerde fasiküller hâlinde yayınlanmakta olan “Nûru’l-Beyân” adlı tefsir hakkındaydı. Eski harfli orijinalinden latinize ederek aynen aşağıya alıyorum. Şöyle deniyordu:

“Bugünlerde muhtelif namlarla intişar etmekte olan Türkçe Kur’an-ı Kerim tercümesi münasebetiyle her taraftan birçok müracaatlar vuku bulmakta ve bu tercümelerin sıhhate mukarin olup olmadığı sorulmaktadır. Şimdiye kadar Kur’an-ı Kerim’in kelimesini, harfini, hatta bir harekesini bile esirgemiş ve tahrife meydan vermemiş olan Müslümanlar, Kur’an-ı Münzelin tercümesine de bu derece ehemmiyet atfetmekte elbette haklıdırlar. Filhakika biz, Kur’an-ı Kerim’in mükemmel bir Türkçe tercüme ve tefsirinin lüzumuna kail bulunuyoruz. Böyle bir tercüme ve tefsirin milletimiz hakkında çok hayırlı ve nâfi olacağı kanaatindeyiz. Şu kadar ki: Bir tercüme ve tefsirin şerait-i lâzimeyi haiz bir heyet-i mütehassısa tarafından yapılmak veyahut böyle bir heyetin nazar-ı tetkikinden geçmiş olmak elzemdir. En ufak bir şeyde bile ihtisas arandığı ilim asrında, şunun bunun tarafından yazılan Kur’an tercümelerinde endişeye düşenlere hak vermek lazımdır. Mevzubahis olan “Nûru’l-Beyân” namındaki Türkçe Kur’an tercümesinin şimdiye kadar çıkan ve dairemize gelen cüzlerinin tetkikinden anlaşılıyor ki işbu tercüme, salahiyet-i ilmiye ve lisaniyeleri olmayan zevat tarafından yapılmıştır. Hiç olmazsa Türkçemizin bütün kudret-i ifadesini Kur’an-ı Azimüşşan’ın tercümesinde tezahür ettirmek lazım geldiği hâlde, mütercimler burada bile çok geridedirler. Bu şeraite riayet olunmayarak tercüme edilen ufak bir eser, edibi ile onun mütercimi hakkında okuyucularda hâsıl olan kanaat herkesin malumudur. Haydi, bu ciheti müsamaha ile geçiştirelim fakat mütercimlerde görülen noksan yalnız bu değildir. Bunlar değil bir müfessir ve mütercim için bilinmesi zaruri olan ulûm-i âliyeye, en basit sarf, nahiv, belagat kavaidine de vakıf değil gibi görülüyorlar. Biz, şimdiye kadar çıkan cüzlerin tetkikinden bunları anlıyoruz. Mahfaza, mütercemlerin hüsnüniyetinden zerre kadar şüphe etmiyor idik. Maalesef, bu hafta elimize geçen dördüncü cüzü, mütercimlerin hüsnüniyetinden de bizi şüpheye düşürmüştür. Bir ayetin tercüme ve tefsirinde esbab-ı nüzul, nâsih ve mensuh nazarı dikkate alınmak ve bununla beraber en basit bir sarf kaidesi bile gözden kaçırılmamak icap ederken, tercümelerde bu cihetten gaflet olunmuştur. Bunun içindir ki dinin erkân-ı mühimmesinden birini tebliğ eden bir ayet-i kerimenin tamamıyla yanlış tercüme edildiğini görüyoruz. Sure-i Bakara’nın 184. ayet-i kerimesi, mütercimler tarafından bilerek veyahut bilmeyerek tahrif ve bu suretle Müslümanların fikirleri teşviş edilmiştir. Ayet-i kerime, orucun sayılı günlerde tutulacağını, hasta yahut misafir olanların bu günlerde tutmayarak başka zaman kaza edebilecekleri ve fakat oruç tutmaya takati olmayanlar için fidye vermek lazım geleceği mealinde olduğu hâlde mütercimler, mana-yı maksudun hilafına olarak “yutîkûnehû” kelimesine yanlış mana vermişler ve ‘Takati olduğu hâlde oruç tutamayanların her gün için fidye vermeleri lazımdır.’ diye yanlış tercüme etmişlerdir. İşte bu derecede fahiş olan bir tercümeyi gördükten sonra, mütercimler hakkında bihakkın şüpheye düştük. Çünkü lisan-ı Arab’da, fıkıhta, hadiste, tefsirde ihtisası olduğu söylenen zevat tarafından yapılan bir tercümede bu kadar sarih hata olamaz. Binaenaleyh, Müslümanlara haber verelim ki bu tercümeler ne lisan ne ilim itibarıyla doğru bir tercüme olmadığı gibi bazı ayetler de bilkülliye yanlış tercüme edilmiştir. Şu hâlde aslına muvafık olmayan bu tercümeler katiyen şayan-ı itimat değildir. Kur’an-ı Kerim ile işbu tercümeleri karşılaştıracak ve tercüme hakkında bir hüküm verecek kudrette olmayanları bu tercümeler tamamıyla iğfal edecek bir mahiyettedir.” Diyanet İşleri Reisi Rifat. 

Burada sözü edilen eser, Osmanlı son devir aydınlarından Hüseyin Kazım Kadri’nin başkanlığında bir heyet tarafından yayımlanıyordu. Esere yazdığı önsözde Hüseyin Kazım Kadri, bu kitabın Kur’an’ın doğrudan bir tercümesi değil, Kur’an hakkında yapılmış beş klasik tefsirin özetinin bir tercümesi olduğunu söylüyordu.

Benzer bir uyarının Cemil Said tarafından Kazimireski’nin Fransızca tercümesinden “Türkçe Kur’an-ı Kerim” adıyla çevrilen kitap için yapıldığını görüyoruz. “İkaz” başlığı altında ve yine “Diyanet İşleri Reis Rıfat” imzasıyla 1 Ekim 1924’te gazetelere gönderilen açıklamada şöyle denmekteydi: “‘Türkçe Kur’an-ı Kerim’ namıyla ve Cemil Said imzasıyla intişar eden eser tetkik olundu. Kur’an-ı Azimüşşan ile karşılaştırıldığı zaman serapa muharref olduğu anlaşılan bu esere ‘Türkçe Kur’an’ demek esasen caiz olmadığı gibi Kur’an-ı Kerim’in tercümesi diye itimat etmek de caiz değildir. Binaenaleyh gûnâgûn maksatlarla neşredilen bu gibi eserlere aldanmamalarını Müslümanlara tavsiye etmeyi bir vazife addederiz.”

Cemil Said’in sözü edilen tercümesi, Kur’an tefsiri ve hadis tercümeleri kararının alındığı Meclisin 25 Şubat 1925 tarihli oturumunda Büyük Millet Meclisinde de gündeme getirilmişti. Reislik adına oturumu takip eden ve o yıllarda Müşavere Heyeti azası olan Ahmet Hamdi Akseki’ye mebuslar, hatalı olarak yayınlanan tercümeler konusunda Reisliğin ne gibi tedbirler aldığı sorulmuş ve Akseki, bu teşebbüsler karşısında yapabildikleri şeyleri anlatmıştı. Bu hataların kasıtlı mı yapıldığı şeklindeki bir soruyu ise bunu kesin olarak bilemeyeceğini ancak yaptıkları tetkiklerde bazen ayetlerin tamamen hilafına anlamlar verildiğine şahit olduklarını, dolayısıyla kesin tahrif yapıldığı sonucuna vardıklarını belirtmişti.

Bu tercüme hakkında aynı günlerde Ahmet Hamdi Efendi’nin Sebilürreşad Dergisi’nde kişisel olarak bir makalesinin yayımladığına da işaret etmek isteriz. Adı geçen derginin 624. sayısında, “Türkçe Kur’an-ı Kerim Namındaki Kitabın Sahibi Cemil Said Bey’e” başlığını taşıyan açık mektup tarzındaki yazıda, sözü edilen çevirinin hataları ve tutarsızlığı örnekler verilerek anlatılmıştı.

Sözü edilen yıllarda, halkın dinî yayına olan ihtiyacı istismar edilerek bu durum maddi çıkarlara alet edilmekteydi. Yeni bir teşkilat olan Reisliğin yapabildiği şey, bu niteliksiz kitapları inceleyip hatalarını göstermekle sınırlı kalmaktaydı; bazen de resmî makamlara müracaatla yayınının engellenmesini talep edebiliyordu. Kuşkusuz dönemde bazı iyi niyetli teşebbüsler de olabilmekteydi. Kısaca, bir bilim insanımızın belirttiği gibi “Kiminde gerçekten anlamını bilip Allah’ın bizden ne istediğini, nasıl bir kılavuzluk yapmayı murat ettiğini bilmeye dönük mümince bir talep, kiminde de peşinen Kur’an’ın zaten bir hurafe olduğu ve çevrilmesi hâlinde kitleler nezdindeki büyüsünün yok olacağına dair sinsice bir niyet.” söz konusu.

Arz etmeye çalıştığım malumat da göstermektedir ki dünden bugüne Reisliğin karşı karşıya kaldığı bir kısım meseleler, zamanla yeni yeni veçheler alsa da varlığını sürdürmektedir.
 

Editör: Mehmet Çalışkan