ALPARSLAN

(1063-1072)

Selçukluların ilk sultanı Tuğrul Bey halifeye daha yakın olabilmek için kızıyla evlenmek istiyordu. Bu maksatla yola çıktı. Rey’e varmadan yolda rahatsızlandı. Yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak öldü. Rey’e gelen halifenin kızıyla halvet-i sahiha olmadan kız tekrar Bağdat’a gönderildi.

Tuğrul Bey öldüğünde yetmiş yaşındaydı. Yirmi altı yıl tahtta kaldı. Kendi çocuğu olmadığından ölmeden önce maiyetindekilere vasiyet ederek kardeşi Çağrı Bey’in mahdumu Alpaslan’a itaat edilmesini istedi.

Tuğrul ve Çağrı Bey’in yönetimdeki uyumları kendi dönemlerinde olduğu kadar, kendilerinden sonrakilere de örnek olacak türdendi. Güçlü hasımları İliğ Han (Ali Tekin) ve Buğra Han’dan sonra Gazneli Mesut’u da yenerek iktidarı ele aldılar. Artık karşılarında ciddi bir rakip kalmadı.

Her fani gibi Çağrı Bey Horasan’da öldü. İktidara geçeceği daha önce belli olan Alparslan Tuğrul Bey’in vasiyeti üzerine Selçuklu tahtına oturdu.

Alp Arslan’ın Selçuklu tahtına geçmesi Fars yiğitlerinde olduğu kadar Türk bahadırları arasında da büyük sevinçle karşılandı. Yiğitliği dillere destan olan yeni sultan, başına taktığı uzun külahı ve sarkan püskülüyle (gez) dikkat çekmekteydi.

Sultan olduktan sonra kardeşi Kavurd başkaldırmak istediyse de sultanın üzerine geldiğini öğrenince gönderdiği elçiyle Alp Arslan’a bağlılığını belirtti.

MALAZGİRT SAVAŞI

Alp Arslan Irak tarafındaki Hoy Kalesi’ni fethe gittiği esnada Bizans’tan gelen haber üzerine hemen hazırlığa başladı. Çünkü Bizans hükümdarı Frank, Rus, Ermeni, Süryani ve Yunanlılardan oluşan büyük bir ordu ile kendilerine doğru hareket etmişti.

Yaklaşık üç yüz bine ulaşan askeriyle önce hilafet merkezi Bağdat’ı ele geçirip, halifenin yerine bir başpiskopos oturtmak, daha sonra Semerkant’ta kadar durmaksızın hiçbir yerde Mushaf bırakmaksızın yakıp, minberleri yıkıp tüm Müslümanları öldürmek istiyordu.

Bu anlayışla yola çıktığını öğrenen Alp Arslan, düşmanın kökünü kazımaya niyetlendi. Veziri Nizamü’l Mülk’e; “Ağırlıkları uygun bir yere götür. Ben din düşmanlarıyla savaşa gidiyorum” dedi.

Vezir; “Bu kadar zamandır ben değersiz kulunuz sultanın nimetlerinden ardı ardına ve aralıksız istifade edip, Rikab-ı Âli’nin yoldaşlığını yaptım. Hiçbir şekilde hizmetinizden ayrılmayacak ve muzaffer sancaklarınızın altından başka yere gitmeyeceğim” demesi üzerine,

Sultan; “Her ne kadar senin bedenin ve kalbin bizden uzaklaşsa da, sen bizim yüreğimizdesin. Senin himmet ve bereketin bizimledir ve senin duan bizim yoldaşımızdır. Lakin şimdi ne söylediysem yerine getir” dedi.

Sultan Tebriz’den yaklaşık on bin askerle hareket etti. Düşman askerleri de Malazgirt’e geldi. Güçlü Haçlı askerlerinden korkmadan hazırlığını yaparken, diğer taraftan dinî ne kadar ritüel varsa onu da yerine getirmeye çalıştı. Alp Arslan en ufak bir zafiyet göstermedi. Mütemadiyen askerlerine moral veriyor, diğer taraftan da “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır…” (2/247) ayetini okuyordu.

Sultan’ın Kayzer’e gönderdiği elçisi; “Her ne kadar senin askerin çoksa da iyi düşün. Zira öyle bir Sultan’ın karşısına çıktın ki, savaşlarının neticesi için söz ve delile ihtiyaç yoktur. Bununla beraber eğer bu cüretinden pişman olur, gerektiği şekilde bac ve haraç (gayr-ı Müslimlerden alınan vergi) vermeyi kabul edip düşmanlığı terk ederek anlaşmaya yanaşırsan bütün beldeleri sana vermesi, sana ve tabilerine bir zarar gelmemesi için ricada bulunurum. Eğer benim nasihatime kulak vermezsen, kendi ikbal ağacını kırmış, memleketlerini ve mallarını kaybetmeğe gayret etmiş olursun” dedi.

Kayzer; Tahtının yanında duran bir rahibin elinden haçı aldı ve elini o haçın üzerine koyup Ruhu’l-Kudüs, Tanrı ve insanlık üzerine yemin ederek; “Bugün tahtımı, sizin sultanınızın bulunduğu yere götürmelerini emrediyorum” dedi. Elçiye büyük bir hakaret etti. Adamlarına; “Hep birlikte saldırıp bu küçük topluluğu ortadan kaldırın” dedi.

Kayzer’in bu tavrı sultanı çok kızdırdı. Bahadırlarına; “eğer biz savaşta gevşeklik gösterirsek bir kişi bile canını kurtaramaz. Müslümanların soyu esaret zilletine düşüp hayatları kölelik felaketine muzdarip olur. Şimdi Allah’ın iradesi hayır ve şer olarak ortaya çıkıncaya dek sabretmekten başka yapılacak bir şey yoktur” dedi.

Bunun üzerine tüm bahadırlar yüksek sesle; “canlarımızı feda ederiz, elden gelen her gayreti gösteririz” dediler. Bahadırların bu beyanı Sultan’ı çok mutlu etti. Yapılan dualar, tekbir ve tehliller arşa yükseliyordu.

Öğle vaktiydi ki, cehennem ateşi gibi bir rüzgâr Müslümanların üzerine esmeye başladı. Esen rüzgâr ve sıcaktan askerler perişan oldu. Tam bu esnada atından inen Alp Arslan başlığını çıkardı, kuşağını çözdü yüzünü mütevazı bir şekilde torağa koyarak; “Ey Rabbül erbab, ey müsebbibü’l esbab! Bu günahkâr kulunu, günahlarından dolayı cezalandırma, senin salih kullarına kefil olan bu aciz kulundan merhamet ve yardımını esirgeme. Senin dinine bağlı olanlar üzerine gelen bu kavurucu rüzgârı düşman tarafına döndür…” diye uzunca bir münacatta bulundu. Sultan’ın bu duasına karşı bahadırlar bir taraftan ağlıyor diğer taraftan âmin diyerek mukabelede bulunuyorlardı.

O anda dua ve yakarışın kabul alameti görüldü. O cehennemi sıcaklıktaki fırtına düşman üzerine döndü. Sultan derhal atına binerek savaş meydanında oktan, kılıçtan, aslan ve kaplanlardan kaçmayan yiğitlerden oluşan bir bölük ile düşmana doğru hareket etti. Harp ateşi yükseldi.

Savaşın en şiddetli bir yerinde ünlü komutanlardan Aytegin atından inip yeri öptükten sonra; “Sultanın Müslümanlara merhametli olması gerekir. Eşi olmayan kıymetli varlığını savaşa sokmamalı, zat-ı şerifini ölüm tehlikesine atmamalı, rahat bir an istirahati savaş zahmetine tercih etmelidir” dedi.

Bunun üzerine sultan; “Rahat ve istirahat, bu zalim kavme karşı zaferden sonra olacaktır. Müslümanların huzur ve refah içinde olmaları için, çekilmesi gereken bu güçlük ve zahmeti biz huzur ve rahatlık sayarız...” Biraz daha konuştuktan sonra Aytegin’i savaşmaya teşvik etti. Kendisi de düşmana arka arkaya hamle yapıyordu. Güneş batarken savaş meydanında toplama (Haçlı) Hıristiyanlardan hiç kimse kalmadı.

Kayzer kaçarken takip eden bir asker tarafından yakalandı. Onun Kayzer olduğunu bilmeyen asker tam öldürecekken; “Ben Rum padişahıyım” dedi. Asker yedek atına ve kıyafetlerine bakarak onun Kayzer olduğunu anladı. Zelil bir vaziyette sultanın huzuruna getirdi.

Kayzer sultandan kendisiyle ilgili üç şıktan birini yapmasını istedi. a) Suçumu affedip serbest bırakmanız, b) Öldürülmeniz, c) Hapsetmeniz, eğer öldürülmemi isterseniz şüphesiz Rumlar saltanata başka birini getirir ve İslam beldelerine onlardan zarar gelir. Eğer benim zillet ve kusurlarımı affederseniz, ömür boyu size itaat makamında kul olurum.

Bunları dinleyen sultan: “Boyun eğip kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar…” ayetini okudu ve hemen saltanat tahtının yanına bir kürsü koyulmasını buyurdu. Kayzer’e ikram ve tazimde bulunarak oraya oturttu. Düşmanlık dostluğa, sevgi de akrabalığa müncer oldu. Kayzer’in kızını oğluyla evlendirdi. Malazgirt zaferi tüm İslam diyarında sevinçle karşılandı.

Sultan, savaş sonrası oldukça zor koşullarda Nişabur’a geldi. Gelirken yolda çektikleri susuzluk ve açlık karşısındaki sızlanmalara karşı Alp Arslan: “Ben daima bağışlayıcı Melik’in inayet ve merhametine güvenirim. Yiyecek ve suya değil, dünyada olan ve tükenen her şey Allah’ın inayetiyledir” diyerek maiyetindekilere ümit ve cesaret verdi.

ALP ARSLAN’IN ÇOCUKLARINA EYALET VE VİLAYETLERİ DAĞITMASI VE ÖLÜMÜ

Melik Şah’ı veliaht tayin edip, Fars ve İsfahan’ı onun idaresine verdi. Merv ve Harezm’in idaresini diğer oğluna, Herat’ın idaresini de diğer oğluna verdi. Belh’in idaresini diğer gözünün nuruna verdi. Nişabur, Rey ve Darü’s-Selam’a (Bağdat) özel bir statü verdi. Bütün buralar Halife’nin hinterlandına giriyordu.

Alp Arslan Mavera’ün-nehir hâkimiyle savaşmak üzere yola çıktı. Ceyhun kıyısındaki bir kaleyi kuşattılar. Yakaladıkları kale komutanı Yusuf’u (Kûtvâl) esir alarak orduyu hümâyûn’a getirdiler. Sultan bilgi almak için sorduğu sorulara doğru cevap alamayınca sinirlendi. Ardından götürüp öldürmelerini istedi. Derdest edilen Yusuf’un haline acıyan ve küçümseyen sultan serbest bırakılmasını veya öyle kötü muamele edilmemesini istedi.

Daha sonra Yusuf’u kendi öldürmek istedi. Yayını gerdi ve fırlattı. İsabet almayınca oda bunu fırsat bilerek çadırın önüne gelerek sakladığı hançerle Alp Arslan’ı şehit etti.

Her ne kadar bu şekilde öldüğü söylenmekte ise de bu durumu çok sağlıklı bulmayan Urfalı Mateos olayı şöyle anlatır; “Selçuklu kuvvetlerinin kuşatmasına dayanamayan Yusuf; önce çocuklarını öldürdü. Çocuklarını öldürdüğü bıçakla sultana saygı ve tazim göstereceğini ifade ederek huzura çıktı. Sakladığı bıçağını çıkararak sultanı üç yerinden yaraladı. Aldığı yaralardan kurtulamayarak şehit oldu. Kûtvâl Yusuf’u oracıkta öldürdüler ama Türklere Anadolu’nun kapısını açan, koskoca Bizans ordusunu dize getiren Sultan şehit oldu.

Sultan Alp Arslan 421 (19 Ocak 1030) da doğdu. 465 (1072-73) senesinde öldü. İki yıl naiplik on yıl müstakil sultanlık olmak üzere on iki yıl hükümdarlık yaptı.

Anadolu’nun kapısını Türklere açan büyük Sultana Allah’tan rahmet diliyorum.