Süreyya Meriç

Zihinler maddenin raylarında ezilirken dudaklar ipleri kopmuş kuklaların çaresizliğiyle yığılıverir. Gözler ki tavana mıhlı birer ağıttır. Altındaki döşeğin aidiyeti dahi, bir çizgi çeker bedenine insanın. Hiçbir şey senin değildir artık. Altındaki döşek, üstündeki gök kubbe, başucundaki dostun…

En umulmadık yerinde elimizden çekilip alınacak “yaşam” denen sanrı… Boş boş bakınacağız çevremize. Üzülmeye ve pişmanlığa zaman kalmayacak! Ne hazin… Toprağa akacak gözlerimiz. Tenimiz lime lime çözülecek. Kalıplara sığmayan varlığımızın hükmünü üç beş kemik parçası sürdürecek toprak altında. Toprağın üstü yine yeşerecek. Yağmur yağacak ve güneş her sabah doğacak yine. O an toprak diyecek ki; üzerimde böbürlenerek yürüyen, güzelliğiyle büyüleyen, ihtişamlı şehirler kuran insan bu muydu?

Herkesin saklı korkuları, zayıf bir yanı, cevabını bulamadığı bir sorusu vardır. İnsanı herkesten farklı kılan bunlardır belki de… Başkalarını bilmem. Ölüm her aklıma geldiğinde, içindeki her şeyle beraber kâinat, koyu bir anlamsızlığa bürünür gözümde. Ay ışığında yapayalnız yürümek örneğin. Kentin bir anda sönen ışıkları gibi solar tüm çiçekleri dünyamın. Bir tutam ulvi kıvılcım, o da kalmışsa şayet, karanlık limanların deniz feneri misali direnir karanlığıma.

Ölüm hazırlıksız göçtür çoğu kez. Gafletin en kuytularında okkalı bir celsedir, insanı sonsuzluğa uyandıran… Ölmeden önce ölmeli o zaman.

De ki: "Rabbim! (Gireceğim yere) doğruluk ve esenlik içinde girmemi sağla.(Çıkacağım yerden de) beni doğruluk ve esenlik içinde çıkar. Katından bana yardımcı bir kuvvet ver." (İsrâ, 17/ 80)

Editör: Mehmet Çalışkan