Abdurrahman Alkan

Müdür yardımcısı İsmail Bey, dışarıdan gelen gürültünün içinden yarım yamalak “Hasan bayıldı. Koşun!” sözünü duyunca hızla masasından kalktı. Önünde bir kalabalığın toplandığı öğretmenler odasına girdiğinde Hasan’ı bir koltuğun üstüne yatırdıklarını gördü.

“Hocam hemen hastaneye götürmeliyiz, durumu ciddi görünüyor.” dedi coğrafya öğretmeni Ahmet Bey.

Beş bin nüfusluk ilçenin hastane binasına geldiklerinde Hasan hâlâ gözlerini açmamıştı. Hastanenin tek doktoru Müfit Bey, yılların tecrübesi ve samimi ilgisiyle hastayı muayene ettikten sonra doğruldu. İsmail Bey, endişeyle kendisine bakıyordu. Müfit Bey üzgün ama net bir ses tonuyla “Hocam,” dedi “bu çocuk aç!”

İsmail Bey, biraz daha izahat bekleyen gözlerle doktora baktı. Müfit Bey, kahır taşıyan bir yüz ifadesiyle “Hocam, delikanlı açlıktan baygınlık geçirmiş.” dedi. Müdür yardımcısının bakışlarında “Peki şimdi ne olacak Doktor Bey?” endişesini görünce de rahatlatan bir sesle “Delikanlıya serum vereceğiz. Serumu bitince hiçbir şeyciği kalmaz. Ben ilgilenirim, siz gidebilirsiniz.” dedi.

Doktor Müfit Bey, adının Hasan olduğunu öğrendiği, koluna serum bağlı, gözleri kapalı gence merhametle baktı. Güneşten kavrulmuş yağız bir yüz, yazları köyde birçok işe koşmaktan yorulmuş bir beden…

Müfit Bey bu çevrenin insanıydı. Yokluk içerisinde okumuş, okulunu bitirince de görev yeri olarak kendi memleketini seçmişti. Hasan’ı hemşireye tembih ederek odasına geçti. Hasan’ın yaşadığı hayatı düşünmeye başladı.

Kaldığı ev ilçenin kenar mahallelerinden birinde olmalıydı. Pencerelerinin çerçeveleri eskimiş, kapılarının boyaları dökülmüş, duvarlarının kireci alacalanmış, iki göz kerpiç bir ev.

Kaldığı odanın küçük penceresi, gece gündüz hiç açılmayan tül ile güneşlik arası bir perde ile örtülüydü. Odanın bir yanında Hasan’ın oturduğu, ders çalıştığı ve uyuduğu köy usulü bir sedir uzanıyordu. Küçük bir tezgâhın üstüne dağılmış birkaç tabak, eski bir çaydanlık ve küçük bir tüp, insanı mutsuz eden bu dekoru tamamlıyordu.

Muhtemelen kendisine benzeyen kiracıların hikâyelerini taşıyan çivilerle dolu boş duvarlara, bir ev huzuru verebilmek, bir insanın tek başına başarabileceği bir iş değildi.

İnsanı hangi mevsim olursa olsun üşüten çıplak ev, bir yuva sıcaklığından çok uzaktı. Huzursuz olmak için başka bir sebebe gerek olmayan bu dekorda yalnız bir gencin yaşaması, sebat göstererek okuması takdire değerdi.

Benzeri bir hayat yolundan gelen Müfit Bey, Hasan’a aynı kaderi paylaşan insanlara mahsus bir yakınlık hissetti.

Hasan, gözlerini açtığında ilk olarak kolundaki serumu fark etti. Ve her şeyi anladı. Şaşırmadı. “Ben neredeyim?” diye şaşkın şaşkın etrafına bakmadı. Çünkü son zamanlarda bedeninde bir hâlsizlik hissediyordu. Yeterli beslenemediğinin farkındaydı. O sabah evde doğru dürüst yiyecek bir şeyin kalmadığını üzüntüyle görmüş, okuma hevesine kapılıp köyden ayrıldığı için ilk kez pişmanlık duymuştu.

Ne olacaktı sanki okuyup? Nihayetinde köyde kurulu bir düzenleri vardı. İlk mektebi güç bela bitirecek, sürünün peşine takacaklardı kendisini. Bir köpeği olacaktı bir de kavalı. Kasketi başına geçirecek, dağların yolunu tutacaktı. On yedisine gelince nişanlayacaklar, askerden dönünce de evlendireceklerdi. Belki erkek bir çocukları olacaktı. Hasan’ın ömrünü tükettiği yolları bu sefer o adımlayacaktı.

Tekrarlanan, tecrübe edilen, ezberlenen bir hayatı yaşayacaklardı aile olarak, köydeki herkes gibi.

Riski olmayan bu hayat, bir bakıma rahattı. Annesi, babası, amcası yanı başında olacaktı hayatın her anında.

Ama Hasan, başka bir hayat düşlüyordu. Köylerinde görev yapan öğretmenleri gibi mesela. “Ufkunuzu geniş tutun çocuklar.” diyordu her zaman. Bu söz, küçük Hasan’ı heyecanlandırıyordu. Ufkunu, kuzularını otlattığı Maden Dağı’nın kapatmasını istemiyordu. Aşmak istiyordu o dağı. Ötesine geçip geniş dünyaya bakmak istiyordu.

O yüzden annesinin araya girmesiyle “Neyse, üç gün sonra açlıktan nefesi kokar ve köye döner.”  diyen babasının rızasını yarım yamalak alarak ilçeye gelmiş ve eski bir ev tutarak okumaya devam etmişti.

Köye gittikçe evden yiyecek getiriyordu Hasan. Yıllar böyle devam etmişti. Lise son sınıftaydı artık. Üniversite sınavı yaklaştığı için bir süredir köye gidemiyor, evdekilerle idare ediyordu. O sabah evden pek bir şey yemeden çıkmıştı. Malum olay da öğleye doğru sınıfta olmuştu.

Hasan’ın düşünceli ve dalgın gözlerle izlediği serum damlaları henüz bitmişti ki hemşire gelerek serumu kolundan çıkardı. Hasan’a gülümseyerek “Yan odaya buyurun.” dedi. Hasan nereye gittiğini bilmeden hemşireyi takip etti. Masada yemek vardı. Hemşire “Bu sizin için delikanlı.” diyerek dışarı çıktı. Şaşkınlığı geçen Hasan, yavaşça masaya oturdu.

Yemeği henüz bitirmişti ki koridordan bir ayak sesi duydu. Orta yaşın üzerinde, yüzünde samimi bir tebessüm taşıyan, beyaz önlüklü bir adam kapıda belirdi.

 “Afiyet olsun yakışıklı.” diyerek yavaşça Hasan’ın karşısındaki sandalyeye oturdu. Her şeyi bilen, anlayan bir bakışla Hasan’a baktı.

“Hasan,” dedi tok ama rahatsız etmeyen bir ses tonuyla. Hasan, çekingen bakışlarını karşısındaki adama çevirdi. Müfit Bey, Hasan’ın gözlerinin içine bakarak:

“Üniversite sınavına az bir zaman kalmış. Senden bir ricam var. Bir aylığına benim misafirim olmanı istiyorum. Her gün lokantada öğle ve akşam yemeği yiyeceksin. Benim ikramım. Kabul edersen beni çok mutlu emiş olursun.”

Müfit Bey, beklemediği bir teklifle kaşları çatılan Hasan’a hemen müdahale etti. “Hasan,” dedi. “bu bir ikram. Say ki evimize gelmişsin, misafirimsin. Ev sahibinin ikramını geri çevirmek var mı bizim âdetimizde?”

Hasan’ın çatık kaşları biraz yerine gelir gibi oldu. Bundan cesaret alan Müfit Bey, işi muzipliğe vurarak devam etti: “Üstelik ben senin doktorunum. Biraz önce seni ölümden döndürdüm. Bana borçlusun, dediğimi yapmak zorundasın.” dedi gülümseyerek. Hasan da kıpkırmızı bir yüzle gülümsedi önüne bakarak. Doktoru olduğunu o an öğrenmişti.

“Seni merak etmesinler. Şimdi okuluna git. Okuldan sonra da lokantaya uğra. Salih Usta’ya benim gönderdiğimi söyle. Unutma her gün... Gitmezsen bozuşuruz. Salih Usta’yı ararım. Ona göre...”

Hasan, çok itiraz edemedi. Tamam dercesine başını salladı. Ayağa kalkarak doktorun elini sıktı ve dışarı çıktı. Müdür Yardımcısı İsmail Bey’in Toros’uyla geldiği hastaneden tuhaf duygularla ayrıldı.

Hasan, dersten sonra lokantaya gitti. Salih Usta, Hasan’ın anlattıklarını hiç yadırgamadan, şaşırmadan dinledi. Sadece adını sordu, en sonunda. “Tamam, Hasan.” dedi. Hasan, duvar dibinde bir masaya geçti. Salih Usta, garsonu çağırarak bir şeyler söyledi. Garson, Hasan’a doğru baktı. Bir süre sonra yanına geldi. “Ne alırsınız diyerek?” yemek isimlerini sıraladı. Hasan biraz mahcup, aklında ilk kalanı söyledi.  Sayılı günler geçti. Okul bitti. Hasan, sınava girdi. Yatağını yorganını bir iple sardı. Üç beş kap kacağını bir torbaya doldurdu. Yıllarını geçirdiği bu küçük ilçede yapacağı son bir şey vardı.

Hastanenin bahçesinde dolaşmaya çıkan Müfit Bey, kendisine doğru gelen Hasan’ı görünce biraz şaşırdı. “Ne o Hasan, hasta mısın yoksa?” dedi. Hasan, gülümseyerek “Yok, iyiyim.” dedi. “Buraya sağlam insanlar pek gelmez de.” diye takıldı Müfit Bey.

“Okulum bitti.” dedi Hasan, “Köye gidiyordum da sizi göreyim dedim.” Müfit Bey, çok şey söylemek isteyip de söyleyemeyen, bütün duygularını “Çok sağ olun” cümlesinde yoğunlaştıran Hasan’ın minnet dolu gözlerine baktı. Kalpten kalbe bir yol açıldı. “Allah’a ısmarladık” diyen Hasan’a sarılarak “Güle güle.” diyebildi.

Müfit Bey, ağır adımlarla hastaneden ayrılan Hasan’ın arkasından baktı ve “İlahi çocuk,” dedi “durduk yere ağlatacaktın beni.”

Müfit Bey, akşama doğru lokantaya uğradı. Salih Usta’ya “Benim hesap için gelmiştim.” dedi. Salih Usta, anlamayan gözlerle doktora baktı. Doktor Bey, şimdiye kadar çok hayırseverlik yapmıştı. Kimi zaman köyden ilçeye gelmiş bir garibanı kimi zaman hastaneye gelen yaşlı bir çifti bazen de sokakta gördüğü bir çocuğu lokantaya göndererek yemek yedirmiş sonra da gelip hesabını ödemişti. Ama bu sefer bir yanlışı vardı galiba.

“Ne hesabı Doktor Bey?” diye sordu. Müfit Bey, doğal bir şekilde, “Hani şu gönderdiğim öğrenci… Bir ay yemek yiyecekti ya…”

“Ha…” dedi Salih Usta, Hasan’ı hatırlayarak. “Onun borcu yok ki.” dedi gülümseyerek. Yüzü asılan Müfit Bey, “Nasıl yani, yemeğe gelmedi mi yoksa?” dedi.

“Yok, yok!” dedi Salih Usta, “Geldi de… Borcu yok. Çünkü akşamları gelip bulaşıkları yıkadı.”

Doktor şaşırmıştı. “Nasıl olur?” dedi. “Yemekler benim ikramım, gidip yiyeceksin demiştim. Sahi, sana ne dedi?”

“Çocuk geldi, dedi ki; beni Doktor Bey gönderdi. Hayatı öğrenmem için galiba yemeği ye, akşamları da bulaşıkları yıka dedi.”

Müfit Bey donup kalmıştı. İşin aslını öğrenen Salih Usta da doktorun şaşkınlığına katıldı. İkisi de bir süre sustular. Hasan’ı düşündüler. Temiz vicdanına, minnet kabul etmeyen karakterine hayran oldular.

Söyleyecek söz kalmamıştı. Müfit Bey müsaade istedi. Başına ilk kez gelen olayın şaşkınlığı içinde eve doğru yürürken Hasan’a sınavını sormadığını hatırladı.

“Ama sınav hiç önemli değil.” diye düşündü. Çünkü Hasan gerçek sınavı, karakter sınavını kazanmıştı. Diğerleri çok önemli değildi. Onları elbet kazanacaktı.

Editör: Mehmet Çalışkan