Abdurrahman Alkan

Pamuklara sarılı yumuşacık bebeği yavaş hareketlerle, incitmekten sakınarak kucağına aldı. Huzur veren bir koku hissetti ilkin. Nisanla birlikte dünyaya gelen süt beyaz kuzuların kokusuna benzetti. Yumuşacık, dünyayı tazelendiren bir koku… Bir kardelenin, bir tomurcuğun kokusu gibi. Yağmur sonrası yeşil çimenlerden yükselen, yeni bir hayatın başladığını müjdeleyen umuda benzer bir koku.

Pamuk yanaklarına çekinerek dokundu. Gözlerinin rengini merak etti. Sordu. O güzel kahverengi gözleri görememenin hüznünü olanca ağırlığıyla hissetti içinde. Yine de mutlu oldu çocuğu kucağına aldığında.

İnsanı isyana sürükleyen bir boşluğa düşmemişti hiçbir zaman. Ne karanlık bir yazım var, dememişti. Hak’tan ne gelirse razıyım diyen kâmil insanların mütevekkil edası vardı hareketlerinde. “Kahrın da hoş lütfun da hoş.” makamına erebilen şanslı insanlardandı. Bu mini mini yavru ile biraz daha genişledi adamın kalbi.

Günler, aylar çabucak geçti. Karakışın ve zemherinin ardından cemreler sökün etti. Dereler çağladı, ırmaklar aktı. Aylak yazlar, bir anda geçiverdi dünyadan. Sonbaharlar kapıyı çaldı. Kundaklara sarılan bebek büyüdü.

Anne; bahçeye, tarlaya giderken artık çocuğu babasının yanında bırakıyordu. Baba oğul, birlikte vakit geçirirlerdi. Ihlamur kokuları etrafı sardığı zaman babasının elinden tutarak, her karışını avucunun içi gibi bildiği dağları, tarlaları dolaştırırdı.

Babası tek tek sorular sorardı buralara dair: Çeşmenin yanındaki ağaç duruyor mu, komşu tarlanın sınırındaki elma ağacı yine bir gelin gibi çiçek açmış mı?

Bazen de yaşlı amcaların bir araya gelip sohbet ettikleri köy odasına, bir yol ağzına, bir duldaya, bir çeşme başına gidiyorlardı. Küçük çocuk, yaşlı amcaların eğlencesi olurdu. Ona takılırlardı. Laf uzar, çocuk sıkılırdı. At yapıp bindiği uzun söğüt dalını, eski bir oyuncağı bırakırdı yere. Böyle anlarda anlayışlı yaşlı bir amca, “Çocuk usandı Hüseyin Ağa, hadi siz gidin.” derdi. Babasının gülümseyen bir bakışla “Gidelim mi?” sözünü duyduğunda çocuk sevinerek ayağa kalkardı. Babasının elinden tutardı, bildik yollardan eve dönerlerdi.

Bu anlarda dağlardan esip gelen kekik kokusuna, elini tuttuğu çocuğun kokusu da karışırdı. Çocuk biraz anne, biraz oyuncak, biraz neşe kokardı. 

Bir eylül sabahı annesi, çocuğa önlüğünü giydirip saçlarını taradı, “Hadi oğlum, Allah zihin açıklığı versin.” diyerek yola koydu. Yeni başlangıçlarda hep yanımızda bir büyüğümüz vardır. Babası da öyle yaptı; oğlunu okulun ilk gününde yalnız bırakmadı. Birlikte tuttular okul yolunu. Bir uzun yol ki nereye çıkacağı kestirilemeyen, hangi şehre ulaşacağı, hangi hayata varacağı bilinemeyen bir yol...

Önünde yepyeni bir dünya açıldı çocuğun. Harfler, sesler, kelimeler öğrendi. Fasulye ile yapılan harflerden, hecelerden, fişlerden bir dünya açılıyordu önünde. Yeni arkadaşlar, öğretmenler… Bunlar, başka bir dünyanın kapılarıydı. Ve çocuk, okulu çok sevdi.

Resimli kitabından ilk hikâyelerini okumaya başladı babasına heyecanla. Babası, küçük oğlunun peltek peltek hikâye okuyuşunu çok seviyordu. Çocuk, bazen kitaptaki resimleri anlatıyordu. Babasına bir eğlence çıkmıştı. Birlikte Güliver’in gezilerine tanıklık ettiler. Keloğlan’la masaldan masala koştular.

Baba, çocuğun okuduklarını büyük bir kıvanç içinde dinliyordu. Bu anlarda oğlunun kokusuna beslenme çantasının, tebeşirin, kara tahtanın, alfabedeki harflerin, resimli hikâyelerin ve Kemalettin Tuğcu’nun acıklı romanlarının kokusu karışırdı.

İlkokul dediğin nedir ki, 23 Nisan Bayramı, yumurta yarışı, çuval yarışı, 19 Mayıs Bayramı derken bitiverdi hemen. Yatılı okulun yolu gözüktü çocuğa. Köyden arkadaşlarıyla yatılı okula gittiler. Bu sefer babası yanında değildi. Baba, oğlunun dönüşlerini dört gözle bekledi. Eve dönüşlerinde sıkı sıkı sarıldı oğluna. Bu anlarda oğlunun kokusuna ilk ayrılıkların, anne baba özleminin, bitmeyen etüt saatlerinin, kalabalık yatakhanelerinin kokuları ve kuzularını, köpeklerini özleyen çocukların, hafta sonu izinlerinin özgür kokuları karıştı.

Savruk yaz tatillerinin uyuşturan kokusunu hissetti baba, artık iyice büyümeye başlayan oğlunda. Akşamları eve geç gelmenin, yatılı okuldan arkadaşlarıyla uzun sohbetlerin kokusunu. Zamanla tatilin bitmesini isteyen, okula dönmeyi arzulayan evladın, evden yavaş yavaş uzaklaşmasının kokusu karıştı.

Çocuk, yine de üzüldü evden, babasından ayrılırken. Babası yine de aldı çocuğunun içinde dolaşan hicran kokusunu.

Hayatın baharı, ilk gençlik yılları gelip çattı. Her şeyin tozpembe, her şeyin çok güzel olduğu yıllar… Hayat ne kadar güzel, günler ne kadar kısaydı. Koşmak için, gülmek için günler yetmiyordu. Nisan yağmurları gibi coşkun ve serazat günler… Lise sınıflarına ve sıralarına sığmayan coşku bir rüzgâr gibi geçti delikanlının yaşamından.

Lisede; çatallaşan sesine, kalbin ilk sızlanışının, ilk dalgınlıkların, ilk uykusuzlukların, ilk susuşların,  şarkılara ilk sığınışların kokuları karıştı. Bütün bu kokuların içinde gençliğin, artık yuvadan uçmanın biraz da insanı hüzünlendiren kokusunu hissetti baba.

Üniversiteyi kazanan genç büyük şehirlerle tanıştı. Işıklı caddeler, insanlar, başka hayatlar gördü. Arkadaşlıklar edindi. Uzak gurbeti yaşadı. Yuvasından uçmaya korkan kuş, kanatlarını özgürce çırpmaya başladı. Kimi zaman yabancıladı büyük kentlerin plastik yaşamlarını. İçinde bir çocuk, geçmiş güzel günleri aradı. Çocukluğuna bir çağrı duydu kalbinden.

Masum delikanlının papatyalara belenmiş kokusuna büyük avmlerin, kalabalık caddelerin, vitrinlerin, deodorant, parfüm ve losyona bulanmış çağcıl kokuları karıştı. İnsanı yurdundan, taşradan uzaklaştıran modern kentlerin renkli, ışıklı baygın kokuları karıştı. Büyük kentlerin, kalabalığın içerisinde insanı yalnızlaştıran metropol kokuları karıştı. Kavak yellerinin, ayrılıkların, hayata atılmanın, yeni bir hayat kurmanın, kendine güvenin kokuları karıştı.

Ama delikanlının üzerinden çocuksu, babasının görmeyen gözlerine kandil olan duru, katışıksız o kokusu hiç kaybolmadı. Babası, bütün bu kokuların içinden o kokuyu çekip bulurdu hep.

Günlerin birbirine benzediği bir gündü. Adam, her zaman oturduğu kanepedeydi. Gören gözleri olan eşi geldi yanına. “Oğlun geldi.” dedi.  Sesinde bir gariplik vardı sanki. Şaşırdı. Bir anlam veremedi. Zamansız gelen bu haber de neyin nesiydi? Oğlu gelmişti, sevinmesi gerekmez miydi? Etrafını bir kaygı tufanı sarıverdi.

Yakın bir zaman önce askere yollamışlardı oysa. Yine bu kanepede idi. Oğlu; babasını kucaklamış, elini öpmüş, helallik isteyerek vatani görevine gitmişti. Şimdi ansızın “Oğlun geldi.” diyorlardı. Tedirginlik veren bir sessizlik vardı etrafında.

Eşi, koluna girdi. “Hadi Bey,” dedi, “oğlunun yanına götüreyim seni.” Adım adım bir bilinmezliğe doğru yürüyorlardı sanki. Adam, ateşe yürür gibi, bir uçurumun kenarındaymış gibi yavaş yavaş attı adımlarını. Evin önündeki bahçeye çıktılar. Eşi durunca o da durdu. Etrafında göremediği ama hissettiği bir kalabalık vardı. Herkes kendisine bakıyordu. Kadın adamın elini tuttu, ileriye uzattı. Adamın eli bir şeye dokundu. Eliyle yokladı. Soğuk, uzun bir tahta kutu. İçi ürperdi adamın.

Oğlunun bebeklik günlerindeki kokusu geliyordu tahta perdenin aralığından. Kucağına aldığı ilk günkü kokular... Kuzuların, yemliklerin, madımakların kokusu. Kendisini elinden tutup tarlalara, dağlara götürdüğü zamanki kokular…

Her şeyi anladı baba. Acı bir çığlık koptu içinden: Ali’m, yavrum!

Dizlerinin bağı çözüldü. Yıkılıverecekti olduğu yere. Koyu yeşil üniformalı bir komutanın kolları kendisini yakaladı. Bir sandalyeye oturttular. Kararan gözlerinden ılık ılık yaşlar boşandı.

Neden sonra acılı ama soğukkanlılığını kaybetmemeye çalışan dokunaklı bir ses, “Efendim,” dedi, “oğlunuz dün gece teröristlerle girdiği çatışmada şehit oldu. Başınız sağ olsun.” Oğlu, ilk adımlarını attığı, bir kelebeğin peşinden ilk kez koştuğu bahçede, gölgesinde oyunlar oynadığı dut ağacının altında tabutun içinde bir servi gibi boylu boyunca uzanıyordu.

O an, babanın yüreğinde karanlık göğü kızartan ateş, silah, yanık barut kokuları belirdi. Sadece bir şehit babasının görebileceği bir ışık yükseldi gökyüzüne. Bunu başka kimseler göremedi. Ardından dünya üzerine bir ışık halesi yayıldı. Adam, bunu gördü.

Bütün bunlara bayrak, vatan ve şahadet kokuları karıştı. Kalbe inşirah veren ulvi duygular belirdi. Bir nebze olsun ferahlatan bir rüzgâr hissetti içinde. Bir cennet esintisi dolaştı kalbinin üzerinde. Babanın hayatındaki bütün kokular oğluyla anlamlıydı. Koku demek, oğlu demekti. Onsuz kokuların hiçbir değeri yoktu. Artık ne papatya ne çiğdem ne de bahar kokuları… Hepsi anlamını yitirdi.

Baba, o an göremeyen gözleri gibi işlemeyen bir burnunun olmasını çok istedi.  Onu hatırlatan şey kokuydu.  Ve onu hatırlatan her koku acı veriyordu.

Editör: Mehmet Çalışkan