Müzeyyen YAZICI

Evlat büyüttük, torun sevdik. Gün geldi evimiz ağzına kadar sesle doldu. Gün geldi iki ihtiyar yürek, baş başa ettik akşamı. Soframızda birbirine karışan çatal bıçak sesleri de oldu, bir kaba uzanan iki elin yalnızlığı da...

Çoluk çocuk yaşını başını alıp torun torba da büyüyünce bizim hanemize de yalnızlık düştü. Herkesin işi var artık, herkes meşgul. Oğlumuz Suat, terfi almış geçenlerde, bölge sorumlusu olmuş, şehir şehir gezmekte. Kız desen evle iş arasında mekik dokur. Evlatları büyüdü çok şükür ama evlatlarıyla birlikte sorumlulukları da büyüdü. Eskiden haftada bir uğrardı, şimdilerde yüzünü göremez olduk. Allah’tan görüntülü arama diye bir şey var da akşamları torunları o soğuk ekranın ardından da olsa severiz.

Emine Hanım bu duruma pek bir üzülür. Kendini bir köşede bir başına bırakılmış hisseder. Zamanında az mı baktı bizim kızın çocuklarına. Şimdi ikisi de koca genç kız. Arada bir arayıp sorarlarsa öp başına koy. Emine Hanım da kendini mazinin sayfaları arasında avutur oldu. İşi gücü evdeki eski eşyalar…

Çocukların, torunların fotoğrafları bir bir dizili salondaki konsolun üstünde. Büfe, sıra sıra nikâh şekerleriyle bezeli. Bir de Nuh nebiden kalma, bir kere bile olsun kahve içmek nasip olmamış porselenler. Geçmişte seyahat ettiğimiz şehirlerden aldığımız biblolar... Çekmeceler deseniz ıvır zıvırla dolu. Aradığım şeyi hayatta bulamam. Oğlanın ilk battaniyesi, kızın çıngırağı… Sonra büyük torunun bebeklik kıyafetleri, küçüğün anaokulundan kalma resimleri… Patikler, mendiller, neler neler... Şöyle hatıra niyetine üç beş parça şey saklasa anlarım da torunların eski bisikleti bile kömürlükte bir köşede duruyor. Bizim hanım gerekli gereksiz ne varsa doldurmuş dip köşeyi.

Bazen, bu eşyaları ver birilerine gitsin, derim. Hem ev ferahlasın hem de sen kurtul evi hınca hınç dolduran kalabalıktan. Saklaması bir dert, temizlemesi başka dert. Emine Hanım dinlemez beni,  bildiğini okur. Onun iyiliğini düşünüyorum ama fazla da üstüne gitmek istemiyorum. Bilmem ki ne yapmalı, nasıl ikna etmeli Emine Hanım’ı? Ben de bunaldım bu kalabalıktan.

Hatırası Var

Geçen gün Hikmet Bey yine başladı. Vay efendim ev ağzıyla bir eşya doluymuş, çoğu ıvır zıvır, gereksiz şeylermiş. Neyimize lazımmış o kadar tabak çanak. Büfede ne çok biblo varmış. Çekmeceler ağzına kadar doluymuş, aradığını bulamaz olmuş.

Takmış bizim oğlanın bebeklik battaniyesine. Hanım, oğlan kırkına yaklaştı, bebeklik battaniyesi mi kalır bu zamana, demez mi. Yahu rahmetli anneciğim elcağızlarıyla ördü o battaniyeyi. Nasıl kıyıp atarım. Suat’ım bir evlat sahibi olsaydı, torunumu saracaktım ben o battaniyeyle. Allah yüzümü kızımdan yana güldürdü. Onun iki kızı oldu yine de kıyıp veremedim battaniyeyi. Bu Suat’ımın hakkı dedim, sakladım. Her kış yumuşatıcılarla yıkadım, naftalinlerle korudum. Hikmet Bey her defasında başıma dikildi, boşuna yoruyorsun kendini, dedi.

Onun ıvır zıvır dediği her bir eşyanın bir hatırası var bende. Yaş yetmişe dayandı. Koca evde iki baş kaldık. Gelen gidenin ayağı çekildi yavaş yavaş. Ben de hatıralara gömüldüm. Her sabah erkenden kalkar, çayı koyarım. Ardından elime geçirdiğim bir toz beziyle tek tek silerim biblolarımı. Erzurum’dan aldığımız küçük takunyalar, Eskişehir’deyken görüp beğendiğim şu lületaşı biblo… Sonra fotoğrafların tozunu alırım. Birer öpücük kondururum evlatlarımın, torunlarımın yüzüne.

Kahvaltıdan sonra Hikmet Bey derneğe geçer. Eski kaymakamlar oturup hoşbeş ederler. O evde yokken ben odama çekilir, çekmeceleri dökerim, sandıkları açarım. Çıra kokularının eşliğinde hatıralara dalarım. Kızım Sevim’in çıngırağı, torunumun zıbınları… Neler neler…

Avunurum. Şu ihtiyar gönlümü üç beş parça eşyayla avuturum. İsterim ki Hikmet Bey beni anlasın, ses etmesin şuncacık uğraşıma. Hak vermiyor da değilim eşime. Kırk yıllık yoldaşım. Kıyamıyor bana. Şu ihtiyar hâlimle yorulmamı istemiyor. At gitsin, diyor ne varsa. Hatta ihtiyaç sahiplerine ver, onlar kullansın, diyor. Belki de onu dinlemeliyim. Ama elimde değil ki..

Editör: Mehmet Çalışkan