Büşra Küçüksu

Babaannemin Meram’da caminin bahçesindeki iki katlı evinin cumbasında oturarak bahçede oynayan, muhabbet eden biz torunlarını izlemesini çok özledim. Neredeyse her gün yanında olmamıza rağmen bize hasret çekiyormuş gibi bakardı. Bu hasret yüklü bakışların, yaklaşan ölümün onda uyandırdığı bir his olduğunu onu kaybettikten sonra anladım. Annem bahçeden günlük toplanan meyveleri yıkar, pembe çiçeklerle bezeli muşamba kaplı masanın üzerine koyar ve ardından başını cumbaya doğru kaldırarak seslenirdi:

-Anne buyurun, meyve hazır.

Babaannem elindeki doksan dokuzluk kubbe yeşili tespihi eski divanın üzerine bırakır, yavaşça merdivenlerden iner yanımıza otururdu. Avucunu açar hangi arada topladığını anlayamadığımız kırmızı dutları bize uzatırdı. Dutların hiçbirinin ezilmemesinden, onları büyük bir hassasiyet ve titizlikle bize sunduğunu anlar, sevgi dolu ellerinden muhabbet dolu dutlar yerdik. Babaannem her akşam anlattığı hikâyelerine yenisini ekler, soframızı hikmetle doldururdu. Ağaç aynı ağaç, toprak aynı toprak, dut aynı dut ama babaannemin ellerinden olmadan, onun hikâyelerini dinlemeden o çocukluk tadı gelmiyor damağıma. Bir akşam yine gedavet rüzgârını ta sinemizde hissettiğimiz bir an babaannem:

-Anka kuşunu duydunuz mu hiç çocuklar, diye sordu bizlere.

Hepimiz birbirimize meraklı gözlerle baktık. Hiçbirimiz daha önce bu kuşun ismini duymamıştık.

Babaannem devam etti:

-Efsanelerden tanıdığımız, mükemmeli ve güçlü olanı anlatmak için örnek gösterdiğimiz Anka kuşunu, namıdiğer Simurg'u birçok kültürde namütenahi bir güzellikle anlatırlar. Uzun ve parlak tüyleriyle muazzam görünüşünü, tüm kuşlara kanat açarak, dertlerine deva bulmasıyla müşfik bir lider oluşunu, küllerinden yeniden doğmasıyla yenilmeyen gücünü dilden dile, nesilden nesle aktarırlar. Bu özellikler onu ellerin dokunamadığı, gözlerin göremediği efsanelerde büyütmüştür.

Hepimizin göz bebekleri meraktan iri iri olmuştu. Babaannem bizdeki heyecanı görünce daha bir coşkuyla anlatmaya başladı:

-Rivayete göre hayatında bir kez görenin mutluluğa ulaşacağı söylenen Simurg, bilgi ağacında yaşar. Tüm kuşlara yol gösterir. Onun kanatları altında kendilerini mutlu ve güvende hisseden kuşlar, bir gün ilham ve güç kaynakları Simurg’u yerinde bulamazlar. Büyük bir telaş ve endişeye kapılarak günlerce onu ararlar. Ancak gayretleri müspet bir sonuç vermez. Umutlarını yitirmeden onun geri dönmesini beklerler. Aradan uzunca bir zaman geçer. Tam ümitlerini kesmişken uzaklardan gelen bir kuş, Simurg’a ait bir tüyü onlara getirir. Bu müjde ile içlerinde yeni bir ümit filizlenir. Kuşlar toplanırlar ve Simurg’u aramak için tekrar bir araya gelirler. Gökyüzünde ahenkle dolaşan bu sürünün içinde her türden kuş vardır. Özel kuşlardan oluşan bu sürüyü, hedefledikleri yolda büyük imtihanlar da beklemektedir. Zorlu ve yıldırıcı olan uçuş serüveninde, bülbül gülün hasretine dayanamaz, aşkından çok uzaklaştığını bahane ederek geri döner. Papağan, güzelliğinin telef olmasından korktuğunu; kartal, yükseklerdeki krallığını terk edemeyeceğini söyler ve sürüden ayrılır. Pek çok kuş, çeşitli bahanelerle bu zorlu yolculuğu bıraktıktan sonra, geriye sadece otuz kuş kalır. Zorluklarla dolu yedi vadiyi geçerek Kafdağı’na ulaştıklarında, kendilerine bakan bu kuşlar, içlerindeki engin gücün farkına varırlar. Onca yolu büyük bir azimle aşan bu kuş sürüsü içlerinde daha önce tanışmadıkları kendilerini tanırlar. Simurg’un aslında kendilerinin olduğunu fark ederler. Si, otuz;  murg ise kuş demektir. O andan sonra kişinin ulaşmak istediği hedefte en büyük gücün kendi içinde olduğunu tüm yaratılanlar bu hikâyeyle birbirlerine anlatmış, nesilden nesle aktarmışlar, dedi ve her birimizin tek tek gözlerine bakarak:

-Bu hikâyenin seni nasıl etkilediğini gerçekten merak ediyorum. Yüreğindeki Anka kuşunu bulmak için ihtiyacın olan şey sadece inanç. Yola çıkmanı ve içindeki muazzam güce ulaşmanı sağlamak için seni yüreklendirecek olan şey bazen sadece bir tüy olabilir.

Şimdi seninle beraber yolda olanların ne yaptığına, ürettikleri bahanelere,  yolun yarısında geri dönmelerine aldırmaksızın sen yoluna devam et. Biliyorsun, yolda olmak başarılı olmaktır.

O akşam tüm kuzenler birbirimizin gözlerinde o inancı gördük. Gerçekten hepimizin içinde bir Anka kuşu vardı ve efsaneyi gerçekleştirmek için Kafdağı’na ihtiyacımız yoktu. Babaannemin anlattığı bu hikâyenin hikmetini seneler sonra hedeflerim büyüdükçe ve zorlaştıkça daha iyi anlıyor, büyüklerimizin hikâyelerle bizi nasıl eğittiğini görerek onlara yeniden yeniden hayran oluyorum.

İçimdeki Anka’ya çok ihtiyaç duyduğum bir dönemden geçiyordum. Babaannemden bize kalan Meram’daki yazlığın cumbasında oturmuş, gedavet rüzgârının beni ziyaret etmesini bekliyordum. Gedavet rüzgârı ile içimdeki Anka’nın uyanışına dair bir umuttu belki benimki…

Penceremden bahçemizi seyrederken ilginç bir konuşmaya şahit oldum. Beş sene önce babaannemin bana özel hediyesi olan elma ağacımın yanında küçücük bir filiz görmüştüm. Bu filiz, yaz kış demeden büyük bir azimle kuvvetlendi ve büyüdü. Onun bu olağanüstü gelişimine hem şaşırıyor hem de hayran kalıyordum. Bu konuşma o küçük filiz ve yanında büyüdüğü ağaç arasında geçiyordu. Topraktan sonradan büyüyen filiz, senelerdir bize meyve veren büyük elma ağacına sitem ediyordu:

-Ustam, senelerdir tüm fidanlardan daha çok çalıştım.  Susuz kaldım, güneşi görmediğim günler oldu. Soğukta titredim, sıcakta yandım yine de sabrettim. Tüm gücümle toprağa tutundum, ondan güç aldım. Artık ben de çiçek açmak, meyve vermek, insanlar tarafından şükran duygularıyla takdir edilmek istiyorum.  Söyle ustam, eğer ben kısır bir ağaçsam söyle ki ben de boş umutlara kapılmayayım. Vazgeçeyim…

Büyük elma ağacı, bilge bir tavırla ona cevap verdi:

 -Benden kopup toprağa düşmeden önce bir tohum olarak seni bekleyen şeyleri bilmezdin. Seni toprağa bıraktım. Toprak seni bağrına bastı. Gün geldi filiz verdin, ufacık boynunu topraktan çıkardın. Hayatının ilk aşamasındaydın. Sonra büyüdün, yetişkin bir ağaç olmak, meyve vermek istedin. Bununla birlikte yeterli gücün yoktu. Öğrenmen gereken çok şey vardı. Daha nice rüzgârla savrulacak, çetin fırtınalara göğüs gerecektin. Kışın keskin soğuklar, yazın kavurucu güneş seni güçlendirecekti. Toprak her defasında senin yanında olacak sen ona tutundukça seni beslemeye, büyütmeye devam edecekti.

Henüz bu zorlu yolculuğun başındayken elimden geleni yaptım ama olmuyor diyorsun. Ama yaşadığın kimi olumsuzlukların seni daha da kuvvetlendirdiğini bilmiyorsun. Başarı, sadece meyve vermek zannediyorsun. Bu yüzden başaramadığını düşünüyorsun. Aslında biliyor musun, başarısızlık diye bir şey yoktur. Başarı, hedefine giden yolda her daim yolcu olmaktır. Senin büyümek için attığın her adım senin başarındır.

İşte evlat nice fidanın önüne çıkan ilk fırtınada pes etmesinin yahut ilk yazda kuruyup gitmesinin sebebi budur: Başaramadım diyerek vazgeçmek. Hedefe ne kadar yaklaştığını asla bilemezsin. Tam vazgeçtiğin anda belki hayalin kapının ardında seni bekliyordur. Başarmaya en yakın olduğun yerdesindir. Üstelik sen gerçekten hedefine yaklaştın. Çoktan ikinci aşamaya geçtin. Genç bir fidanken yetişkin bir ağaç olmaya adım attın. Çok yakında yeşerecek, çiçeklenecek hatta meyve vereceksin. Az daha sabır.

Son aşama ise seneler içinde tecrübe ve artan bilginle kazanacağın ustalık aşamasıdır. Köklerin toprağa öyle derin salınmış ve yerleşmiş olacak ki hiç sulanmasa bile topraktan aldığın sana yetecek. Tecrübelerin sana ışık olacak. Zamanla her şeyin kendiliğinden nasıl olup bittiğini görecek, yaratılışın, kendinin ve kâinatın muazzam işleyişi karşısında hayran kalacaksın.

Bu konuşmanın ardından babaannemin maneviyat dolu sedirinde uyuyup kalmışım. Sabah ışıklarıyla beraber uyanırken gördüklerim bir rüya mı yoksa babaannemin hikâyelerinden biri mi ayırt edemiyordum. Ancak seneler öncesinden aklıma gelen Anka hikâyesi sonrasında ise elma ağaçlarının sohbeti, benim yürüdüğüm yolda müthiş bir gıda olmuştu. Üzerime krem rengi örgü şalı alarak sabah serinliğinde bahçeye indim. Dün konuşmasına şahit olduğum elma ağacını görmek istiyordum. İyice yaklaştığımda şaşkınlıkla gözlerim büyüdü, elma ağacının yanındaki küçük fidan büyümüş,  beyaz çiçekler açmış, umutla semaya doğru gülümsüyordu.

Editör: Mehmet Çalışkan