Abdülhak Şinasi Hisar

Eşyalar

Geçmiş olduklarına acıdığımız zamanlarımızdan kalma eşyaları birer hatıra mahfazası gibi severiz ve bunlar bir dosttan, ekseriyetle nafile yere, beklediğimiz hizmetleri görürler. Bunların da canları vardır; sessiz bir hayatla yaşarlar. Fakat munis, insanlara nispet edilse daha beşeri görünen hayvanlardan bile daha munis, bizi hiçbir zaman aldatmazlar. Umduğumuz, rüya gördüğümüz, hülya beslediğimiz, düşündüğümüz, ağladığımız ve hasta iken sayıkladığımız odalarımızda bizi sessizce şefkatli bir dostlukla sararlar. Onları görmekle çocukluk zamanlarımızın sularına dalmış oluruz. Onların yanında, büyükannelerimiz sandıklarını açtıkça duyulan o ödağacı kokusu gibi mübarek bir koku sanki gönlümüze işler, bir geçmiş zaman âleminde, tılsımlı bir ev hayatına göçer, saatlerin, tespihlerin, aynaların, lambaların, avizelerin, ayrı birer mahlûk gibi, aralarında söyleşmelerini duydukça en eski zamanlarımızın nimetlerine ereriz.

Bu eski zaman eşyaları, şimdikilerine nispetle, belki kullanışlı değil, fakat halavetlidir. Bazı yeni eşyalar o kadar “türedi”dir ki biz, nefsimizi müdafaa duygusuyla, âdeta ırsen muhtaç bulunduğumuz, eski inançların birer timsali gibi gördüğümüz bu eşyaların eskiliklerine bakarak bazen onlara birer cankurtaran gibi sarıldığımız olur.

(…)

Saatler

Bütün bu eski zaman insanlarının hepsi de günler ve gecelerin saatleriyle pek ziyade meşguldürler. Bunun için, hep birbirlerini kovalayan gayret, ibadet ve lezzet zamanlarının göstericisi, saat dediğimiz o aletlere, ömürlerince süren bir alaka duyarlardı. Her akşam anahtarlarla kurulun bu eski ezani saatler, güneş sulardan çekilirken, on ikiye alınırdı. Bütün bu eski zaman insanlarının şahsi saatleri kadar, evlerindeki müşterek saatleri de ayrı bir ehemmiyet taşırdı.

O zamanlarda, evlerin birçoklarının sofalarında, birlikte yaşayanlara zamanlarını bildiren saatleri bulunurdu. Bunların hepsi de Avrupa’nın bilhassa Londra’nın herhangi bir saat fabrikasının ismini taşıyan, fakat hepsi de, memleketimiz için alaturka rakamlı olarak yapılmış saatlerdi.

Bazıları duvarda asılı durur, her çeyrek saatte yahut her saat başında çalardı. Bazıları bir kuş sesi çıkarır, bazılarından ise zamanı gelince, en çok sevdiğimiz bir şarkı bestesi duyulurdu: “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur!”

Bu saatler, muvakkithaneninkilerine benzeyen camlı dolapları içinde, bir sağa, bir sola gidip gelen pirinç rakkaslarıyla yalının günlerini ve gecelerini bir kahve değirmeni gibi öğütürken, sadece geçen zamanın ölçüsünü vermekle kalmazlar, koca ahşap yapının vücudundan ve gönlünden gelen sesleri de duyururlardı. Ve biz, geçen bütün zamanları, asıl yalının vücudundan ve gönlünden gelen sesler gibi, kendimize göre memnun ve neşeli yahut mahzun ve neşesiz bulurduk. Nice yıllardan sonra, başka iklimlerden yalıya tekrar dönüp bu eski zaman seslerini duyunca tekrar, geçmiş şâd veya nâşâd zamanlarımızın içine dalar, bu saatleri, ömrümüzün nice duygu ve düşüncelerini canlandıran bir vücudun nefes alışları gibi dinler, yanı başımızda atan birer kalp gibi duyardık.

Tespihler

Beyaz, sarı, kırmızı, çocukluk zamanımda oynadığım, beğendiğim ve sevdiğim üç tespih hatırlıyorum.

Bunların biri, içi oyulmuş su damlaları gibi bembeyaz, parlak ve güler yüzlü, necef bir tespihti. Onun billûr serinliğini sever, sessiz duruşunda bir su şarıltısı ve musikisi duyardım. Bu, annemin tespihiydi. Onun yanında annemle beraber olduğum zamanlardaki müsterih neşemin saffetini, tatil günlerimin çağlayan hazzını duyardım. Bu, hodkâm, mahrem samimiyetimin bir remzi saydığım bir tespih; bu, zevkimin tespihiydi.

Öteki, bal, mehtap, hazan yaprakları ve Haliç suları gibi sapsarı, iri taneli, güzel kokulu, içli, kehrüba bir tespihti. Onun kadife gibi yumuşaklığını sever, için için eski zaman kokan vücudunda bir nevi uzaklık, yalnızlık ve kibarlık hisleri duyardım. Bu büyükbabamın tespihiydi. Onun yanında büyükbabamın odasındaki eski kaplı, sarı kâğıtlı kitaplar içinden gelen ilmin davetini ve divanlar içinde öten şiirin bülbüllerini duyardım. Bu, en hususi görüşlerimin, en ciddi temayüllerimin bir remzi saydığım bir tespih; bu fikrimin tespihiydi.

Üçüncüsü, kan gibi kırmızı mercan bir tespihti. Onun sıcak ve uzak denizlerden, masalların bahsettiği Arabistan’dan çıkıp gelen küçük kırmızı gözlerle böcek boynuzlarını sever, taşlaşmış vücudunda ılık kanın ve bütün coşkun hislerin olgunluğunu ve taşkınlığını duyardım. Bu, büyükannemin tespihiydi. Onun yanında annem babam ve büyükbabama itiraf edemediğim çılgın oyunlarımın ve hülyalarımın; uyumadan evvel, yatağımda dinlediğim ve uykularımda daldığım masallar diyarının sırlarını duyardım. Bu, hep boş kalacağını daha bilmediğim hülyalarımın bir remzi saydığım bir tespih; bu kalbimin tespihiydi.

Aradan kırk elli yıl geçmiştir. Şimdi onları tutan eller toprağa karıştı. Hatta o necefler dağılmış, kehrübalar yanmış ve mercanlar parçalanmıştır. Fakat hâlâ daha onları birer birer şekilleriyle, renkleriyle, kokularıyla, ellerime yayılmış vücutlarıyla o kadar canlı duyuyorum ki kalbime baksanız, onların gölgesini orada görürsünüz sanıyorum.

Boğaziçi Yalıları kitabından alıntılanmıştır.

Editör: Mehmet Çalışkan