Söyleşi: Mahir Kılınç

Emrullah Hatipoğlu:

“Sultanahmet; benim hayatımda kabul olunmuş bir duadır.”

Emrullah Hatipoğlu, 1946 yılında Trabzon’un Of ilçesinde doğdu. 10 yaşında babasının yardımlarıyla hafız oldu. İlkokul diplomasını hafızlığından sonra aldı. 1960 yılında başladığı Ankara İmam Hatip Okulunda sonra 1968-1972 yılları arasında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde okudu. 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Arap-Fars Edebiyatını 1975-1978 yıllarında da Haseki Arapça Bölümünü bitirdi. Beylerbeyi’nde Hamid-i Evvel Camii’nde vekâleten başladığı imamlık ve hatiplik görevlerini sırasıyla Eminönü Yeni Camii’nde, Teşvikiye Camii’nde sürdürdü ve son olarak 33 yıl imamlığını yaptığı Sultan Ahmet Camii’nden emekli oldu.

Mihrapla buluşmanızın temelleri ile başlayalım isterseniz. Sizi mihraba yönlendiren saikler ne idi, din görevlisi olma fikri sizde ne zaman neşvünema buldu?

Biz Kur’an öğretiminin ve dinî ilimlerin öğretiminin yasak olduğu, acı hikâyelerle büyüdük. O dönemin çocukları olarak bu hikâyeler, dinî ilimleri özellikle Kur’an'ı öğrenmeye ve onu ezberlemeye yönelik bizde muazzam bir etki oluşturdu. Küçük aklımızla hep düşünürdük ne yapabiliriz diye. Aklımıza ilk gelen Kur’an’ı ezberlemek olmuştu. Gerçekten de Kur’an’ın hafızı olmak en büyük idealimizdi. “Kimse benim hafızama aldığımı da unutturamaz ya bana!” diye düşünüyorduk. Bakınız, yasaklı yıllara yönelik anlatılan hadiseler bize nasıl sirayet etmiş? O zamanlar anlatılagelen acı hikâyeler bizde bir koruyuculuk tavrı geliştirdi. Dolayısıyla bu tavır, gerek Kur’an’ı ezberlemede gerekse diğer ilimleri öğrenmede daha bir gayret ve aşk oluşturdu. Çevre koşullarının oluşturduğu atmosfer hafızlık eğitimini öncelememde etkili oldu. O yıllarda aslında dine bakışımız koruyucu bir bakıştı ve imamlık da dini temsil anlamında çok önem arz ediyordu. Hafızlık eğitimiyle başlayan imam hatip ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüyle devam eden dinî ilimlerle meşguliyetimiz de imamlık görevinde bulunmamda önemli etkenlerdendi. Ayrıca Yüksek İslam Enstitüsünde iken yapmış olduğumuz okumalar bize bir dava şuuru aşılamıştı ki bu davanın liderliğini üstlenecek olanlar da peygamber mirasının sahipleri imamlardı. Böylesi şerefli bir mirası devam ettirmeyi kim istemez ki? Mihrap, minber ve kürsüde âdeta Hz. Peygamber’e en yakın konumdasınız. Onun hatıralarıyla bezeli bu makamlar bize daha âli geldi ve hayatımızda meylimiz bu yönde oldu. Rabbim de bu güzelliği bize bahşetti.

Peygamber'in mirası bir görevi, yine onun övgüsüne mazhar bir şehir olan İstanbul’da yapmak sizin duygu dünyanızda nasıl bir yere sahip?

Benim için çok büyük bir mutluluk. Çünkü tarihten bu yana birçok imparatorluğa ve medeniyete ev sahipliği yapmış, uğruna şiirler kaleme alınmış, şarkılar söylenmiş, dünyanın gözdesi bir şehirdesiniz. Sizin de söylediğiniz gibi Hz. Peygamber’in övdüğü ve sahabenin bu övgüye mazhar olmak için can verdiği bir şehirde yaşamayı ve görev yapmayı Allah’ın bir lütfu olarak görüyorum. Bu şehir ki İslam beldesi olduktan sonra İslam ordularının âdeta hareket noktası olmuş. İslam sancağının taşındığı, tarihte önemli bir misyona sahip bir şehirde olmak insanı ister istemez heyecanlandırıyor. Nedim’in de “Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâ” diye nitelendirdiği bu şehir önce ikamet edilen yerken sonrasında sevda olup gönüllere işlenen bir nakış oluveriyor.

Bu kutlu mesleği icra eden hemen herkesin tanıdığı/bildiği biri olarak kendinize örnek aldığınız hocalarımız kimler oldu; o kaynaklar sizi nasıl besledi?

Hindistanlı âlim Mevlana Ebu’l-Kelam Azam’ın İngiliz Mahkemelerindeki savunmasını Kemalettin Şenocak’ın çıkardığı İslam Mecmuası’nda okumuş ve çok etkilenmiştim. Bunların yanı sıra Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisi ve kitapları, Sami Arslan’ın Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı, Ahmet Hamdi Aksekili Hoca’nın İslam adlı eserleri bize küfre karşı bir duruş sergilememiz gerektiğine dair bir kimlik oluşturmuştu. Bu yazarların ve onların neşrettiklerinin hayatımda ne kadar önemli olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. 

Ali Üsküdarlı, Rahmi Şenses, Mehmet Rüştü Aşıkkutlu, Abdurrahman Gürses hocalarımdı benim. Her birinden Allah razı olsun. Onları  ve emeklerini asla unutamam. Onlar vazife insanıydı ve o vazife şuurunu talebelerine aşılamanın peşindeydiler. Hocalıklarının yanı sıra beyefendilikleriyle de gönüllerimizde taht kurmuşlardı. Kur’an aşığı olan bu insanlar, bu mücadelede hasbiliğin nasıl olması gerektiğinin örnekleriydi. Son olarak altı sene beraber görev yapma şerefine de nail olduğum Gönenli Mehmet Efendi Hocamın İslam uğruna, Kur’an uğruna çalışma ve gayretlerini de bizatihi gördüm. Bu güzel insanlar, nöbetlerini en güzel şekilde savdılar ve bu aziz görevi bize tevdi ettiler. Allah onların her birinden ayrı ayrı razı olsun.

Sultanahmet Camii ile âdeta özdeşleştirildiniz. Sultanahmet Camii’nin sizin hayatınızdaki yeri nedir?

Uzun bir süre Sultanahmet Camii’nde görev yapınca insanlar bizi Sultanahmet’e yakıştırdılar sağ olsunlar. Bu güzel bir duygu tabii. Çünkü Sultanahmet’te vazife yapmak Allah’ın bir lütfu. Ben de zaten burada görev yapmayı “müstecap olmuş bir dua” olarak görürüm. Haseki Arapça bölümünde talebe iken İslam ülkeleri dış işleri bakanları da İstanbul’da toplanmıştı. Cuma namazını da Sultanahmet’te kılacaklardı ve Haseki Eğitim Merkezinde o güne mahsus bir hutbe hazırlanmıştı. Hutbeyi de o zaman Fatih müftüsü Ömer Biçer takdim etmişti minberde. Ben de minberin tam karşısında bir yerde oturuyordum. Hutbe okunurken “Rabbim bize düşmez ama sen lütfetsen ne güzel olur!” diye içimden geçirdim. O cuma günü içimden geçirdiğim bu temenni demek ki müstecap oldu. Az önce de zikrettiğim gibi “Sultanahmet benim hayatımda kabul olunmuş bir duadır.”

Görev yaptığınız camiler farklı dine mensup kişilerin de yoğun olarak yaşadığı muhitlerde bulunuyordu. Böyle bir ortamda vazife yapmanın zorlukları, fırsatları ve sorumluluklarını da konuşmak isteriz.

Farklı dinlere mensup insanların yoğun olarak bulunduğu yerde görev yapmak elbette ki zor ve sorumluluk istiyor. Ezanı duyup gelen, ezandan etkilenip de Müslüman olan, camiyi kastederek “Burada bulduğum huzuru başka yerde bulamıyorum lütfen bunu benden esirgemeyin.” deyip camiden çıkmak istemeyen kimselere şahit oldum. Dolayısıyla burada okunan her ezan ve Kur’an çok önemli. Ben Kur’an okumadan önce şöyle dua ederdim hep: “Allah’ım okuyacağım aşr-ı şerifi birilerinin hidayetine vesile kıl.” Böyle yerlerde dinimizi temsil etme anlamında yaptığımız ya da yapacağımız her harekete, söyleyeceğimiz her söze tabiri caizse attığımız her adıma dikkat etmek zorundayız. Dini anlatacak seviyede yabancı dil bilgisine sahip olmalıyız ki bu konudaki eksiklik bir ıstırap sebebi olabiliyor. Çünkü farklı dinden kimseler aslında Hz. Allah’ın, dinini tebliğ etmemiz adına bizlere sunduğu fırsatlardır. Bu fırsatları değerlendirebildiğimizde mutlu oluyoruz.

Gelelim Camiler ve Din Görevlileri Haftası’na. Hocam, medeniyet tasavvurumuzda tartışılmaz bir yere sahip olan camileri hangi anlamları bakımından ele almalıyız. Ayrıca insanların gönül kapılarını camilere nasıl açmalıyız?

Kâbe’nin şubeleri mesabesinde olan camiler bizim sembollerimiz, medeniyetimizin nişaneleridir. Selimiye, Sultanahmet, Süleymaniye… Değerlerimizi insanlara kazandıracağımız eserlerimiz… Bunlarla medeniyetimizi mimarisiyle, sanatıyla insanlara kazandırıyoruz. Bunlar, maddi cihetten hayranlık uyandıran eserlerdir. Bunlarla medeniyetten asıl kastettiğimiz değerlerimiz ortaya çıkıyor. Ahlaki değerlerimizi insanlara nerede kazandırıyoruz? Bu şaheserlerde kazandırıyoruz. Dolayısıyla camilerimizi insanları kazandığımız, insanlara da kazandırdığımız mekânlar hâline getirmeliyiz. Efendimiz buyuruyor ki “Kardeşine güler yüz göstermen sadakadır.” Öncelikle tebessümü eksik etmemeliyiz. Camiye gelenleri ilk karşılayacak olan güler yüzlü kimse olmalıdır. Gönüllere açılan kapılar asla asık bir suratla açılmaz. Camileri temsil makamındakilerin bunlara çokça dikkat kesilmesi gerekir. Caminin gülen yüzü, aslında İslam’ın gülen yüzü olabilir. Hani ayette geçiyor ya “Yumuşak sözlü olmalılar ki gelenler onlardan öğütlerini alsınlar.” Sert ve kırıcı bir üsluptan kaçınmalılar, söz sihirdir çünkü. Sözün gücünü kullanmalıyız ki gönül kilitlerini açalım. İnsanları ürküten, haşin, sert mizaç ve üsluptan uzak durmalıyız.

Son olarak dolu dolu geçirdiğiniz kırk dört yıllık din görevliliğiniz esnasında pek çok anı biriktirmişsinizdir. Bunların içinden gönle dokunan bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?

Camiyi temsil makamındaki tavrıyla alakalı çok güzel bir hatıra var aslında… İsviçreli bir ressamın parası pulu kalmamış. Parklarda, bahçelerde yatıyormuş. Aradan üç gün geçmiş aç, sefil, perişan bir hâlde Sultanahmet Camii’nin merdivenlerine oturmuş. Artık biri mi söyledi ya da Müslümanlar merhametli insanlar diye düşünerek mi geldi bilemiyorum. O merdivenlerde otururken sakallı bir zat camiden çıkıyor ve diyor ki oradaki arkadaşlara: “Kim bu, ne istiyor, derdi nedir?” O İsviçreli de oradakilere “Üç gündür parklarda kalıyorum, aç ve susuzum.” demiş. Bunun üzerine camiden çıkan o zat ona para vermiş. O para İsviçreli için âdeta hayata yeniden bir başlangıç olmuş. İsviçreli ressam, ülkesinde sanatını icra etmiş ve kendi iaşesini karşıladıktan sonraki artan parayı da yolda kalmış, aç susuz insanlara dağıtmaya başlamış. Benim de imamette olduğum bir gün camiye geldi ve elinde epeyce bir parayla. “Günün birinde ben bu caminin merdivenlerinde oturuyordum çaresizlik içerisinde, camide görevli olan sakallı bir adam bana yardım etmişti. O günden beri ben de kazandığım parayı insanların istifadesinde kullanıyorum. Lütfen bu parayı alın ve çaresiz kalan insanlara dağıtın.” Biz de o parayı ihtiyaç sahiplerine dağıtmak üzere teslim aldık. O kişiye yardım eden ve bu hatıraya vesile olan o güzel insan da Gönenli Mehmet Efendi’ydi, Allah ondan razı olsun.

Editör: Mehmet Çalışkan