Samet Turan

Yazma Eser Patoloji UzmanıYazı, ilk zamanlar iletişimin hızına her ne kadar bir ivme kazandırmış olsa da bilginin daha seri çoğaltılması için yeni adımların atılması kaçınılmazdı. Bu yüzden yazının kolay ve ucuz bir şekilde istinsah edilmesi yani çoğaltılması, en az yazının bulunuşu kadar önem arz ediyordu. Kâğıdın icadından önce taş, tahta, deri, papirüs gibi yazı malzemeleri kullanıldıktan sonra Çinlilerin bulduğu hamurlu kâğıt, kitlesel iletişim ve bilgi alış verişinin hızlanmasında önemli yere sahip olmuştu. Kâğıdın bulunması ile yazı belki de hak ettiği kıymeti görmeye başlamış, yazma işinin değeri çok daha bilinir hâle gelmişti. Dolayısıyla ucuz ve kullanımı daha kolay olan kâğıda ihtiyaç her geçen gün artmaya başlamıştı.

Din, dil, fizik, kimya, astronomi ve birçok bilimin içinde yer aldığı bilgiler, kâğıdın kullanımının artmasıyla yazılı kaynaklara dönüşmüş ve bu kaynakların sayısı zamanla artmaya devam etmiştir. Yazılı kaynaklar, tüm dünyadaki insanların faydalanması için her zaman çok önemli bir yere sahip olmuş, maziden geleceğe ışık tutmuş ve birçok bilim dalında özgün düşüncelerin doğmasına ve gelişmesine hizmet etmiştir.

Yazma işi, her bilim dalında hatırı sayılır bir işleve sahip olmuş olsa da din konusunda çok daha farklı ve kritik bir görev üstlenmişti. Çünkü dinî kaynakların sahih ve anlaşılır bir şekilde sonraki nesillere aktarılmasının sadece maddi değil manevi anlamda da insanlığa büyük katkı sağlayacağı şüphesizdi. Zira en büyük yazılı kaynağımız ve rehberimiz Kur’an-ı Kerim’in bizlere ulaşması noktasında yazının kilit bir rolü olduğunu biliyoruz. Kur’an-ı Kerim’in yazılması, sonrasında toplanmasıyla birlikte Müslümanların ilk yazılı eseri oluşmuştu. Bu noktada gelin hep birlikte ilahi vahyin nasıl kitap hâline geldiğini ve çoğaltıldığını kısaca hatırlayalım.

Kur’an-ı Kerim’in nüzulünden sonra yapılması gereken en önemli iş elbette Allah kelamının noksansız ve hatasız bir şekilde yazılması, kayda geçirilmesiydi. Bu iş bizzat Resulüllah’ın nezaretinde vahiy kâtipleri tarafından yapılıyordu. O dönemde farklı malzemelere yazılan Kur’an sayfalarının Peygamber’in (s.a.s) vefatından sonra ilk olarak Hz Ebubekir’in (r.a.) halifeliği döneminde bir komisyon kurularak iki kapak arasında toplanması kararlaştırıldı. Komisyon başkanlığına vahiy kâtibi ve aynı zamanda hafız olan Zeyd b. Sabit (r.a.) getirilmişti. Komisyon, olağanüstü bir titizlikle sayfaları kitap hâline getirmeye başlamış, her ayet Peygamber’in (s.a.s) huzurunda yazıldığına dair en az iki sahabenin şahitliğinde kayda geçirilmişti. Sayfalar bu şekilde toplanıp iki kapak arasına alındığında artık ilk Kur’an Mushaf’ı hazırlanmış oldu. Oluşturulan bu asıl Mushaf, Efendimiz’in hanımı Hz. Hafsa annemize emanet edilmişti.

Kur’an-ı Kerim’in mushaf hâline gelmesiyle gönüller az da olsa rahatlamıştı ancak fetihler yoluyla İslam coğrafyasının genişlemesi yeni birtakım ihtiyaçları hâsıl ediyordu. Hz. Osman (r.a.), hilafeti döneminde, kıraat farklılıklarının giderilmesi ve İslam’la şereflenen beldelere Kur’an’ı Kerim mushaflarının ulaştırılması için Kur’an’ın çoğaltılması kararını aldı. Hz. Osman (r.a.), geri verilmek üzere Hafsa annemizden asıl olan ilk Mushaf’ı istedi ve rivayete göre sayıları on ikiyi bulan hafızlara, Hz. Ebubekir zamanında toplanan Mushaf’ı Kureyş lehçesinin esas alınması kaydıyla istinsah edip çoğaltma görevini verdi.

Tamamlanan Mushaflardan biri Medine’de kalmış, diğerlerini Mekke, Kufe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyn’e gönderilmişti. (Zerkeşî, I, 334; Süyûtî, el-İtkân, I, 189-190).   Ancak Kureyş lehçesine göre yazılan bu Mushaflarda noktalar konulmamış ve harekeler yapılmamıştı. Bu yüzden zaman zaman okuma güçlükleri yaşanıyordu. Ciddi bir sorun gibi gözüken bu meseleyi çözmek için ilk olarak Halife Abdülmelik b. Mervân’ın Irak valisi Ziyâd b. Ebîh harekete geçti. Halife Ziyâd, Ebü’l-Esved ed-Düelî’den yanlış okumaların önlenmesi için çare bulmasını istemiş, o da emrine verilen bir kâtiple birlikte Mushaf’ı baştan sona kadar harekelemişti. (DİA, “Kur’an”, cilt: 26; sayfa: 386)

İşte rehberimiz Kur’an’ı Kerim’in, toplanması ve akabinde zuhur eden ihtilafların aşılmasından sonra doğru ve eksiksiz bir şekilde istinsahı artık mümkün hâle gelmişti. Gelişen ve büyüyen İslam coğrafyasında nice kariler, nice hafızlar ve nice müstensihler bu ilahi fermanı okuma, öğrenme, koruma ve yayma noktasında sürekli çalışmışlar, sayıları on binleri bulan farklı hat ve güzellikte el yazma Kur’an-ı Kerimlerin bizlere kadar ulaşmasını sağlamışlardı.

Yazma Kur’an-ı Kerimlerin her nüshası, aynı müstensih tarafından istinsah edilse dahi muhakkak kendine özgü bir hüviyet taşır. İstinsahın zamanı, kullanılan malzemesi, yeri ve müstensihi değiştikçe de nüshalar arasında farklar oluşur. Tezhip özellikleri, hattın çeşidi, kullanılan kâğıdın veya mürekkebin cinsi bile eserler arasında farklılıklara sebebiyet verir. Günümüze ulaşan birçok el yazma Kur’an-ı Kerim’de bu farkları açıkça görebilmemiz mümkündür.

Bu noktada sizlere Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez Kütüphanesinin yazma eser koleksiyonunda bulunan bir Kur’an-ı Kerim’den bahsetmek istiyorum.

Yeri, zamanı ve müstensihi bakımından oldukça değerli bu nüsha, koleksiyonun nadide eserlerinden. Abdurrahîm el-Halvetî b. Şemsüddîn et-Tebrîzî kaleminden çıkmış ve Hicri 15 Cemâziyelevvel 846 (21 Eylül 1442)’de istinsah edilmiştir. Eser, Şiraz ekolünün nadide özelliklerini üzerinde taşır. Sultani yani yüksek derecede hat ve tezhibe sahip olup 1b-2a varağı tezhibi son derece kıymetlidir. 1a varağını armudi tezhibiyle süsleyen müstensih, diğer varakları da metnin etrafı altın yaldızlı bordür ve çift siyah cedvelle çerçevelemiştir. Sure isimleri, surelerin inmiş olduğu yer isimleri ve surelerdeki ayet sayılarını altın yaldızla yazmış, “cüz, aşr, hizb, nısf” kelimelerini altın yaldızlı, durakları ve dört elif miktarı çekerleri kırmızı ile göstermiştir.

Satır aralarında kelimelerin manalarını da yazan müstensih Abdurrahîm el-Halvetî b. Şemsüddîn et-Tebrîzî, hattatlığının yanında ünlü bir şair, mutasavvıf ve edip olmasıyla da tanınıyor. 859 (1454-55) tarihinde vefat eden müstensih, Tebriz’in ünlü hocalarından ders almış ve aynı halkadan ders vermeye devam etmiştir. Hocaları arasında Mevlana Muhammed Mağribî (Şîrîn-i Mağribî- Mağrib-i Tebrizî) (ö. 809/1407), Kemâl Hucendî (ö. 803/1401), Zeynüddin el-Hâfî (ö. 838/1435) gibi zamana ışık tutmuş üstatlar bulunmaktadır. Bu nadir el yazması Kur’an-ı Kerim’in, dönemin sultanına sunulduğu tahmin edilmektedir.

Böylesi el yazma eserleri günümüze ulaştıran Rabbimize hamdolsun. Kim bilir hangi derdin hangi sıkıntının içinde oturmuş kaleme almış ecdat. Dönemine göre ciltler, tezhipler yapmışlar; hiç ama hiç usanmadan, bıkmadan sayfa sayfa, satır satır emek harcamışlar. Aylarını belki de yıllarını vermişler bir eseri bitirebilmek için. Bu yüzden ilk Mushaf’ın yazılıp dağıtılmasından sonra çeşitli usul ve hatlarda yazılan Kur’an nüshaları, her dönemde çok kıymetli olmuştur. Böylesine nadir eserler yazılırken gösterilen emekler elbette onları kıymetli yapıyor ancak onların asıl kıymeti, onları yazan mahir kalemlerin harfleri içtenlikle kâğıda nakşetmesinden kaynaklanıyor.

Bize düşen, böyle nadide Kur’an’ı Kerimlerin en güzel koşullarda muhafazasını sağlamaktır. Günümüze intikal etmiş bütün el yazmalarına, eseri yazanlara, bu günlere ulaşmasında emek gösterenlere haksızlık yapmadan ve yine o eserin tarihî dokusunu bozmadan hak ettikleri değeri vermeliyiz. Bizden sonra gelecek nesillerin de o kıymetli el yazmalarını görebilmesi için üzerimize düşeni yapmalıyız.

Editör: Mehmet Çalışkan