Prof. Dr. Beynun Akyavaş

İnsan cemiyet halinde yaşayan ve düşünen bir varlıktır. İnsan cemiyetlerinin düşünce, fikir, his ve heyecanları dille açıklanır. İnsan ne ise cemiyeti de odur. İptidaî insanın cemiyeti iptidaî, medenî insanın cemiyeti medenîdir.

Bu durum dil için de aynıdır. Vahşî bir topluluğun dili medenî bir milletin dili olamaz. Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan bir topluluğu düşünelim. Düşünce hayatı olmayan böyle bir topluluğun söylediği sözler günlük ihtiyaçları karşılayabilen, tabiatın yani yağmurun, rüzgârın, hayvanların sesini taklitten ibaret sözlerdir. Ses taklidi yoluyla yapılmış böyle kelimeler gelişmiş bütün dillerde belki çocukluklarından kalma bir hatıra olarak sürüp gidiyor. Yağmur şakır şakır yağar, su fokur fokur kaynar, kapı çat diye kapanır, kuş cik cik öter, kedi miyavlar, köpek havlar, vs. Gelişmiş insan kafası ise binlerce mefhumla düşünür ve bu mefhumların her birini bir kelimeyle söyler. Eş manâlı denilen kelimeler bile birbirinin aynı değildir. Aralarında ince bir fark vardır. Ak beyaz olmadığı gibi kara da siyah olamaz. İnsan kara bahtlı da olsa bir işin içinden yüzünün akıyla çıkabilir. Böyle bir ifadede karanın yerine siyah, akın yerine beyaz denilemez. Karanın da akın da siyahla beyaza nisbetle mecazî manâları vardır.

Hele şu şüphe ve kuşku kelimelerine ne demeli! Şüphe başka şey, kuşku başka bir şeydir. Şüphe, iki hâl arasında mütereddit olmaktır. Kuşku ise iki hal arasında ürkerek, çekinerek, korkarak, endişe ederek tereddüt etmektir. Son günlerde şüphe yerine kuşkuyu kullanmak modası aldı yürüdü. Tuhaf olan şu ki, diline saygı gösteren, aklı başında bir takım kimseler de şüphelenecekleri yerde kuşkulanır oldular!... Gaflet şüphesiz! Şüphe ile beraber sebep de terkedildi. Sebep denmeyecekmiş de neden denecekmiş! Neden acaba? Sebep başka şey, neden başka. Sebep kelimesiyle beraber darbımeselleri, tabirleri de unutulacak mı? Sebep olanın gözü kör olsun, sebepsiz kalsın, sebepsiz düşman peyda eden ya ahmaktır ya geveze, sebeplenmek gibi canlı sözler neden sebepsiz yere unutulsun?

Gelelim olanak’a. Olanak imkânmış! Mümkün ne ola ki! Türkçeye nümune manâsındaki örnek kelimesini veren Ermenice orinak ve yine Ermenice sıpa manâsındaki avanak kelimeleriyle kafiyeli bu kelime de aranjman şarkılar gibi liste başında. Olanaksız söz söyleyemez hale geldik. Şu nevzuhur örneğin de oldukça şen! Hele örneğin meselânın keyfine diyecek yok!

Ya o koskoca hayat. Her şeye rağmen yaşamaya değen hayat! Anamız babamız hayatımızın sebebidir ama yaşantımızın sebebi değildir. Yaşantı olsa olsa hayatı yaşama şeklidir, günlüktür, aylıktır ama ömürlük değildir. Gazetelerdeki evlenme ilânlarına bakarsanız, filan ile feşmekân bazen hayatlarını, bazen yaşantılarını, bazen yaşamlarını birleştiriyor. Onlar bir yastıkta kocasınlar da biz galiba bu kör döğüşün içinde kendi dilimizle kocayamayacağız!... Nesebi gayri sahih kelime bolluğu içinde dilimizi yutup oturacağız.

Yukarıda dilin bir mucize olduğunu söylemiştik. Kendi kanun ve kaideleriyle yaşayan canlı bir varlık. Bağlı olduğu medeniyetle beraber kozasını ören ipekböceği gibi devamlı olarak değişir, içinde ölümler olur doğumlar olur ama yapı ne ise o kalır. İhtiyaç duyulmayan mefhumlarla beraber onlara kalıp olan kelimeler de kullanılmaya kullanılmaya unutulur gider. Eski kitaplar eski kelimeler müzesi gibidir. Sayfaların arasında her biri bir ihtiyaç neticesi doğmuş, yaşamış ve ölmüş yüzlerce, binlerce kelime vardır. Bununla beraber yeni ihtiyaçlar kelimelerini de beraberinde getirir. Bugünün Türkçesi, Fransızcası, İngilizcesi, Almancası dünkü ile karşılaştırılırsa her birinde yirminci yüzyılın ilerlemiş yaşının icaplarına göre büyük değişiklikler görülür.

İnsan cemiyetleri arasında her türlü sahada alışveriş vardır. Komşuluk münasebetleri, askerî, siyasî, ticarî, kültürel münasebetler neticesinde o dilden bu dile bazı mefhumlar kelimeleriyle beraber gelir, yerleşir. Bu bir dil hâdisesidir, tam manâsıyla önüne geçilemez. Başka dillerden göç etmiş kelimeler çoğu defa yeni girdikleri dilin içinde yuğrula yuğrula, hem ses hem şekil değiştirirler ve bünyeye intibak ederler. Bırakın yüz sene, üç yüz sene, beş yüz sene önce tâbiiyet değiştirmiş kelimeleri, halkın benimsediği, seve seve kullandığı yeni ihtida etmiş kelimeler bile Türkçenin olmuş sayılır. Hilâli, istiklâli uğruna güneşler gibi batan Mehmetçik! Hilâl’in, istiklâl’in Mehmet’in Türk olmadığını kim iddia edebilir? Bu üç çeki taşı gibi kelime Türk’ün yalnız kafasında değil, kalbinde yaşayan Türk oğlu Türk kelimelerdir.

Keşke Türkçe’nin yapısına, sesine, ahengine, sihrine uygun doğru ve güzel kelimeler ilmî metodlarla yapılabilse de hem dile fazla yabancı kelime girmediği hem de dilin kelime hazinesi zenginleştirildiği için sevinsek!

Türkçeye yabancı dillerden kelime akını olduğu muhakkak. Bunlar büyük bir süratle geliyor, yerleşiyor, mani olan yok. Yapılan, bizim olmuş kelimeleri yok edip yerine ne idüğü belirsiz, yanlış, zevksiz, kısır bir takım uydurmaları yerleştirmek, zorla, kafamıza vura vura öğretmek ve dili kurutmaktır.

Türkçeyi seven, sayan, ciddî, ilmî bir Dil Akademisine ne kadar ihtiyacımız olduğu gün gibi aşikâr. Böyle bir Akademi, hem en büyük millî varlıklarımızdan biri olan Türkçemizi hem de bizi bu zihin perişanlığından kurtaracaktır.

“Seni Seven Neylesün” kitabından alıntılanmıştır.

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları /2005

Editör: Mehmet Çalışkan