Kaan H. Süleymanoğlu

Değişim herkes için böyle ansızın gelmez fakat yakın tarihe ait bu trajikomik olay, insanın maruz kalabileceği değişimleri karikatürize etmesi bakımından hatırlanmaya değerdir. Bazı insanlar, hiç değişmediklerinden övünçle bahsederler. Hatta bununla yetinmeyerek başkalarında gözlemledikleri değişimi ve dönüşümü yerer, aşağılarlar. Böyle kişiler için sabit fikirlilik erdem ve sımsıkı muhafaza edilmesi gereken bir tutumdur. Bu noktada sabit düşünce matah bir şey midir sorusunu sormadan önce, sabit düşünceli olmak gerçekten mümkün müdür sorusuna bir cevap bulmak gerekiyor. Yaşam böylesi bir durağanlığa ne kadar izin verir?

İnsanoğlunun yaşamı boyu değişen fiziki yapısı bize ondaki istihalenin kaçınılmazlığını fısıldar. Fısıldamakla kalmaz, haykırır âdeta. Henüz bir bebekken onun süt kokan bedeni, yıllar içinde karşılaşacağı güçlükleri aşacak direnci de özünde barındırır. Bir odanın içinde emeklerken mesafeler ona bitmez tükenmez gelir. Koltuklar aşılması imkânsız dağlara, anne baba sevecen devlere, kapı ve pencereler ihtişamlı geçitlere benzer. Hayatı düşe kalka yoklayan, deneyimleyerek algılayan çocuk, zamanla ev denen evrenin içinde kendi alışkanlıklarını, keşiflerini edinir. Bu keşiflerin büyük kısmı kabiliyetleriyle ilgilidir. Büyüdükçe yetenekleri pekişir, geçen yıllar ondaki fiziki değişimi ve gelişimi açığa çıkarır.

Güçlenir, yürürken yere sağlam adımlarla basar, kendi ihtiyaçlarını giderir; bütün bunlara paralel olarak pencerenin dışında akan hayata karşı da merak ve cesaret kuşanır. Söz gelimi artık topun peşinde koşturur. Düştüğü yerden kendisi kalkar, arkadaşlarıyla ilişkilerini çocuklara has bir dengeyle ama yine tek başına sürdürür. Hayat akıp gider, insan büyüyüp serpilir. Gençlik rengârenk bir mevsim gibi gelir, kalbi geliştirir, bakışları derinleştirir, bedene zindelik, yüze bir ifade armağan eder. Bu, hayatın olgunluk ve yaşlılık evreleri için de geçerlidir. Yaşam sürdükçe, kalp vücuda kan pompaladıkça beden farklılaşır. Varlığın esası, kaidesi budur. Lakin değişim o kadar sessiz ve sakin gerçekleşir ki insan bunu kolayca fark edemez. Sadece fotoğraflarda on yılların neler getirip neler götürdüğünü idrak edebilir.

İnsanın gözle görünmeyen yanları da tıpkı bedeni gibi beşikten mezara kadar evrilerek, zamana ve mekâna göre kendini yeniler. Çünkü o kalbiyle, düşünceleriyle de yaşlanır, olgunlaşır. Bir ağacın gövdesi kesildiği zaman ortaya çıkan iç içe daireler nasıl ki ağacın yaşamına dair pek çok tecrübeyi, hatırayı barındırırsa insanın aklı ve kalbi de yol boyu yaşadığı, maruz kaldığı, tecrübe ettiği yıllardan izler taşır.

Özellikle düşüncede değişim ve dönüşüm kabiliyeti, yüzyıllar boyunca muhtelif coğrafyalarda, bambaşka topluluklar arasında hep diri kalabilen medeniyetlerin temel umdesidir. Örneğin İslam medeniyeti, içtihat yoluyla kendi içinde bu değişimi, dönüşümü sürekli canlı tutmuş, böylece son ilahi mesajı, çağlar ve kıtalar boyu insanların istifadesine sunmayı başarmıştır.

Hayat, doğası itibarıyla hareketli bir karaktere sahiptir. Biyolojik olarak da sosyal olarak da yaşamın bu baskın karakterinden kaçılmaz. İklimlerin insanları biyolojik olarak şekillendirmesine benzer biçimde çevresel, sosyal etkenler de kimliğini, kişiliğini ve kanaatlerini inşa eder. Bu ilişkinin belirleyicisi zamandır. Zaman değiştikçe bireyin ihtiyaçları, öncelikleri, davranışları değişir. Fakat unutulmaması gereken bir husus da şudur: Ahlaki ilkeler ve değerler öz olarak değişmezler. Tarihin her döneminde iyilikseverlik, fedakârlık, erdem ve cesaret gibi üstün insani tutumlar kendilerine ait önemi daima korumuştur. Lakin iyiliğin, fedakârlığın ve erdemin hayata yansıması değişmiştir.Zaman olgusu, hareketsizliği imkânsız kılar; hiç hareket etmeyen, farzımuhal bir pencere önünde kıpırtısız yıllar geçiren bir insanda bile devinime, harekete neden olur. Saatler işledikçe, gün ve gece birbirini kovaladıkça insan yoldadır ve yürüyor demektir. Onun hareket hâlinde olması ile beyni arasındaki nedensel ilişkiye en güzel örnek doğada deniz üzümü adlı canlıda kendini gösterir. Okyanus canlısı olan deniz üzümü, doğduğunda bir beyne sahiptir. Beyni sayesinde doğar doğmaz tutunabileceği bir kaya parçası aramaya koyulur. Her kayayı beğenmez, besin ihtiyacını da karşılayacak bir yer arar. Uzun okyanus gezintisinden sonra bulduğu kayaya bedeniyle tutunan deniz üzümü, hayatının geri kalanını orada geçireceği için bir beyne ihtiyaç duymaz ve ilk iş olarak kendi beynini yemeye başlar. O andan itibaren yapıştığı kayada bulduklarına ve okyanusun derin dalgalarının getireceklerine mahkûmdur. Yeryüzünün halifesi kılınan insan, başta Cenab-ı Allah’ın ona yüklediği sorumluluklar olmak üzere insani bütün mükellefiyetleri yerine getirebilmek için akılla teçhiz edilmiştir. Akıl dinamik bir varlıktır ve insandaki fikrî değişimin, tekâmülün lokomotifi konumundadır. Aklını kullanmayan kişiler, deniz üzümünü andırır bir biçimde hareketsizliğe ve başkalarından geleceklerle yetinmeye mahkûm kalırlar. Çevre, çoğu zaman okyanus dalgaları kadar cömert değildir.

İnsan bir bakıma değişime mahkûmdur. Dünyayı durmak bilmeyen bir salıncağa benzeten Montaigne, “Az sonra değişebilirim, yalnızca hâlim değil, amacım da değişebilir.” der. Durmak bilmeyen salıncak, insanı her an değişmeye, dönüşmeye hazır hâlde tutar. Örneğin bir insanın gençliğinde dünyayı algılamasıyla yetişkinliğinde algılaması arasında büyük fark vardır. Çünkü zaman hiçbir şeyi olduğu yerde bırakmaz. İnsanın edineceği bilgi ve tecrübeler, onun düşünce dünyasını esnetir. Kişi bir bilgiye sahip olduktan sonra ondan asla kurtulamaz. Her tecrübe, her yeni farkındalık hatta her tanışıklık insanın sonraki yaşamında az ya da çok bir tesire sebep olur. Sosyal bir varlık olan insanın söz dağarcığı, görgüsü ve bilgisi arttıkça kendinden başlamak üzere bütün hayatı yeniden okuması kaçınılmazdır. İnsandaki bu değişim kabiliyeti, onu bütün zamanların aktörü kılar.

Sabit düşünce yaşamın doğasına aykırıdır. Buna herkesin kendi öz hikâyesi şahittir. Çünkü bizler ırmak misali akıp giden zamanla mukayyetiz. Filozofun dediği gibi hiç kimse aynı ırmakta ikinci kez yıkanamaz. Sonraki seferde, ne su o sudur, ne insan o insan. Durağanlık fıtrata mugayirdir. Tam da burada, Cemil Meriç’in “deli gömleği” olarak nitelendirdiği ideolojilerin, sabit düşünce kalıplarıyla insanları nasıl fıtratlarından uzaklaştırdıklarını hatırlamakta yarar var. Marjinal gruplar, müntesiplerini elde tutabilmek için kapalı devre bir bilgi akışını esas alırlar. Bireyin okuma ve değerlendirme kanallarına uygulanan sıkı denetim, onu test edilmeye edilmeye büyüyen bir bataklığa saplar. Bu yapılar, insandaki kişisel değişim ve dönüşüm istidadının belini kırdıktan sonra onu kullanışlı bir basamağa dönüştürürler. Böylece statik, sorgulamadan uzak, gittikçe toplum için tehlikeli bir “kesin inançlılar” güruhu meydana çıkmış olur. Kurbanlar deniz üzümü gibi bir kayaya tutunduktan sonra Cenab-ı Allah’ın kendilerine bahşettiği aklı yiyip tüketirler. Böylece yaşadıkları toplumla, kültürel havzayla, gelenekle irtibatlarını kopararak kullanılmaya müsait birer silaha dönüştürülürler.

Atalarımız, akan su yosun tutmaz, demişler. Bu, birey ve toplum için de geçerlidir. Ruhlara kök salmış ahlaki edimler, değişim süreçlerini insanın lehine; hayatla test edilmekten kaçınan kapalı, durağan düşünceler ise aleyhine çevirir. Sonuç olarak denilebilir ki hiç değişmediklerinden övünçle bahsedenler, hem kendilerini yeterince tanımamakta hem insan tabiatına aykırı bir önermeyi dillendirmektedirler.

Editör: Mehmet Çalışkan