Her salı Çarşı Camii’ne kadınlara vaaz etmeye giderim. Öyle iyidir ki mahalleli. Teveccüh gösterir, kadınlar mahfilini bir güzel doldururlar. Konu komşu toplanıp gelirler.

Büyük şehirde komşuluğun kalmadığına bir cevap gibidir Çarşı Camii’nin kadın cemaati. Vaazdan önce birbirleri ile selamlaşır, hâl hatır sorarlar. Bu kısa girizgâhlarda öğrenirim kim hasta, kimin çocuğu dünyaya geldi, kim evladını askere gönderdi, kimin oğlu işe girdi…

Hele bir Müzeyyen Hanım var. Her vaaza elinde not defteriyle gelir. İlgiyle dinler. Hem hoşsohbet hem de cana yakındır. Fakat geçen salı bir hâl vardı Müzeyyen Hanım’da. Komşuluk üzerine sohbete başlamıştık. O ise donuk bakışlarla dinliyor, sanki iç âleminde bambaşka şeyler düşünüyordu. Pek keyifsizdi. Bir şeylere içten içe üzüldüğü anlaşılıyordu. Vaazın sonuna gelmiştik. Birazdan âdetimiz üzere Kur’an okuyacak ve dua ile de bugünkü buluşmamızı nihayete erdirecektik. Kur’an-ı Kerim tilavetine geçmeden önce sözü kendisine getirip hâlini hatırını sordum.

Gözleri yaşardı. “Hocam,” dedi, “siz komşu hakkından bahsediyorsunuz ama ben hakkıyla komşuluk vazifemi ifa edemedim.” Gözleri iyice buğulanmıştı. İsterse benimle konuşabileceğini söyledim. Anlatmaya başladı. “Daha geçen hafta alt komşum rahmetli oldu. Komşum dediysem… Zavallı kadının adından başka bildiğim ne var. Hâlbuki bir yıl önce taşınmıştı binamıza. Bir başına yaşıyordu. Birkaç kez selam verdim. Konuşmaya çalıştım. İçine kapanık biriydi. Davetlerime icabet etmedi. Çalışıyor, vakit bulamıyor ondandır dedim, üstünde durmadım. Sonra bir gün işte… Kapıya iş arkadaşları geldi, ardından polis, ambulans. Zavallıcık vefat etmiş. Hem de üç gün önce. Düşünebiliyor musunuz, tam üç gün. Vah bana ki yanı başımdaki insandan bihaber kaldım. İçim yandı. Şimdi siz de komşu hakkından bahsedince… Ne olur bugün komşum için dua edelim. Kur’an okuyalım. Belki böyle ödeyebilirim komşuluk hakkını.”

Müzeyyen Hanım çok üzgündü. Aslında pek de bir kabahati yoktu bu durumdan. Anladığım kadarıyla komşusu apartmandan kimseyle görüşmezmiş. Hâl böyle olunca da ne varlığından ne de yokluğundan haberdar olmuş apartman sakinleri. Yine de kızıyordu kendine, olsun diyordu, o gelmese de ben kapısına varmalıydım.

Elimden geldiğince teselli ettim onu. Hem onun temiz kalbi sayesinde, rahmetli komşusuna, hiç tanımadığı onlarca insanın duası nasip olmuştu. Az şey miydi bu? Üstelik onun ne kadar ilgili bir arkadaş, müşfik bir komşu olduğuna herkes şahitti. Bunları duyunca biraz olsun gönlü ferahladı.

Çıkmaz Sokak

Adım atarsın ama yollar ilerlemez, vardığın çıkmaz bir sokaktır. Artık sağına ve soluna baksan da örülü duvarlar, çizili şeritler, çekili teller kuşanmıştır zırhlarını. Sert, buz kesmiş ifadelerini dikmişlerdir sana. Küçümseyici ve alaycı. Bu bakışların ardında huzuru bozulan bir ihtiyar yatmaktadır. Uzlete çekilmek için ipe dizilenlerin en son boncuğudur bu sokağın binaları. Aslında kondurulsalar da oraya konduramazlar kendilerine terk edilmeyi. Bir müddet dimdik, ahım şahım dursalar da üstlerine zamandan darbe çalınmıştır. Kırmızı, yeşil ve moru kaplamıştır bir gri toz bulutu. Bir de tam diplerine artık burası sizin hapishaneniz dermişçesine örülen duvarlar, gerçeği vurmuştur yüzlerine. Ama onlar yüzlerinize gerçeği vurmaz; ben istedim, der, kenara itildim değil.

Kahverengiyi hiç sevmezdin. Bu da renk mi derdin ala, mora karşı. Öğrendin ki kahverengi gerçeğin temsilcisiymiş. Belki bu yüzden toprak kahverengiydi, evlerin tuğlası kahverengiydi. Çıkmaz sokağın hâlâ asfalt dökülmemiş toprağı, ala, mora ve yeşile hadlerini mi bildiriyordu yoksa? Peki, ne işin vardı bu çıkmazda? Denizin esenliğinde gölgelenirken girdap mı sürüklemişti seni?

İşte insan buydu; soruların ardına düşen. Bilmediği yollarda düşüncelerin peşini kovalayan ve çıkmaza gelince neler oluyor diye kafasını kaldıran. Hâlbuki kaç kere sendeleyip düşmüştün. Baksana dizlerin yırtık, üstün başın çamur. Kutlu bir yolculuk olmalı, renkleri kahverengiye boyadığına göre.

Hiç dikkat kesildiniz mi büyüklerin sözlerine ve davranışlarına. Onların dillerinde meşhur bir söz vardır. Ata mirasıdır ve birçoğu bilmez nedendir. Üslup. Her şeyin bir yolu yordamı var, üslubuna göre yapacaksın. Ve geldin mi işte böyle bir sokağa, bir iki göz atıp çekip gideceksin geriye bakmayacak, iki bacağını yarıştıracaksın.

Sanki gecenin bir vakti olmuş da in cin top oynuyor, çarçabuk eve ulaşmak istiyorsun. Ve belki de sen bildiğin yol yordama karşı içinde isyan tohumu büyütmüşsündür yahut içinde büyüyen hummalı bir yolculuğun fırtınasıdır.

Henüz sokağın başında fark etmişsindir nereye geldiğini ve varmak istemişsindir on yirmi adım ilerideki yeşil binanın çatlak duvarına. Sükûnet eşlik etmiştir bu yolculukta sana. Kaçmak hep kolay olmuştur zaten ama sen içini dökmek istemişsindir kahverengi toprağa, rengi yolunmuş binalara, heyecanı sökülmüş duvarlara. Ve bakmak istemişsindir doyasıya bu koca mezara. Gece olmasını beklemeden çıkan ay ile gömülen, insanlara karşın sen doğmak istemişsindir yalnızların hanına.

Bu duvar diplerine gencecik masum papatyalar ne kadar yakışırdı. Belki de bu binaların huysuz olma sebebi kimsenin elinde bir demet çiçek ile onları ziyaret etmemesiydi. Yalnız kalanlar olacaktı ki dostluğun kıymetini bilenler olsun, bazıları solacaktı ki renklerin kıymeti bilinsin. Peki, sen neresindeydin bu dünyanın? Seyahat hâlindeki bir trenin içinde tek kişi bulunan vagonunda mı bekliyorsun, yoksa sadece battaniyesi olan istasyonun tek yatılı misafiri misin? Birkaç sokak beride boynu bükülmüş çiçeği doğrultmaya çalışırken onun hırıltılı nefesini kesen çocuk musun? Çok ağlamıştı, hâlbuki senin yanakların kuruydu.

Her neredesin bilmiyorum. Umuyorum ki bir gün karşılaşırız. Arayan aradığını bulurmuş; peki, ya bekleyen beklediğine kavuşur mu? Çünkü ben bir arayış içerisinde değilim, bekleyişteyim. Sen arıyorsun ve ben bekliyorum. Şimdi merdümgirizlerin sığınağındayım.

Burası dizlerinin dermanı bitenlerin, solukları boğazlarına dizilenlerin zaman kovalamaca içerisindeyken oturacağı birkaç tahta parçasının dizilimi. Belki otobüs geçer durak olur, tren geçer istasyon. Şapkası başında, boynu yere eğik biri gelir sen olursun.

Eğer rahatsan oralarda sakın kıpırdama yerinden. Bu ihtiyar üç bina öğretti bana yalnızlığı. Ben onlara kucak açtım ve sarıldı onlar bana. Herkes onların küf koktuğunu söylerken ben onlardan diplerine ektiğim papatyaların kokusunu alıyorum, kulak asmıyorum kimseye. Ben denizin kokusunda sürüklenirken buraya, onlar hâlâ uzaktan seyretmekteler. Sen de onlardansan sakın gelme. Dünyada boğulup huzur sokaklarından kaçanlara verecek tahta parçam yok. Ama illa da geleceksen buyur gel.

Kahverengiyi hâlâ sevmiyorum ama kötü de davranmıyorum ona. Arada bir kucak açıyorum. Sonra amansız bir fırtına ayırıyor bizi.

Sevgili ben, eğer burayı durak veya istasyon eyleyeceksen yahut yolunu düşüreceksen sıkı giyin. Bu ihtiyarların duvarları yıkık dökük, belki kalbin üşür.

Editör: Mehmet Çalışkan