Söyleşi: Muhammed Kâmil Yaykan

Evli ve iki çocuk babası olan, 1981 yılında Almanya’da dünyaya gelen ve bir süre Türk Silahlı Kuvvetleri’nde çalışan Aykut Ertuğrul, yayıncılığa 2009 yılında başladı. Önce Yumuşak Ge, ardından da Post Öykü dergilerini çıkaran Aykut Ertuğrul, uzun okumaların ardından ilk kez yirmili yaşlarda yazmaya başladı. İlk öykü kitabı Keyfekader Kahvesi 2011 yılında yayımlandı ve aynı yıl Ömer Seyfettin Öykü Ödülü’nü aldı.

Mümkün Öykülerin En İyisi, İki Dünyanın Ustası, Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu ve daha pek çok esere, hem yazar hem de editör olarak imza attı. 2018 yılında yönettiği dergilerde gençlere alan açmasından ve hikâyelerini dil, üslup, teknik ustalık ve özgünlük ile yazmasından dolayı Necip Fazıl Ödülü’ne layık görüldü.

İnsan, yaşamın bir noktasında kendini keşfediyor. Ve o keşiften sonra eskisi gibi olmuyor, olamıyor. “Yazmayı becerebildiğim için yazıyorum.” diyen Aykut Ertuğrul’un bu keşfinden başlayalım isterseniz. Yazabildiğinizi nasıl keşfettiniz ve olaylar sonrasında nasıl gelişti?

İtiraf edeyim, yazmayı becerebildiğimi kendi kendime şöyle tok ve inandırıcı bir ses tonuyla daha hiç söyleyemedim. Dışarıya doğru kendi sesime yabancılaşmak pahasına hadsizlik ettiğim, caka sattığım zamanlar oldu elbet ama birisi bütün foyamı ortaya çıkaracak diye de ödüm patlayarak. Yazarların kendine, yazdıklarına güven duyması gerektiği çokça öğütlenen bir şeydir hâlbuki. Sahte bir tevazu değil maksadım, kendine yazar diyebilmek kolay mı? Yani sonuçta Dostoyevski de yazıyordu, Bilge Karasu da, Sezai Karakoç, Tanpınar, Calvino, Borges, Oğuz Atay, Tomris Uyar da… “Yazmayı becerdim.” denildiği anda çıkılan arena bu değil mi? Öyleyse fena.

Bir şeyler yazmayı deneme fikri, yirmili yaşlarımda, “Şu okuduklarım gibi ben de yazabilir miyim?” sorusuyla doğdu. Biten her yazıda “Yine olmadı.” diyor, bazen beğeniyorum yazdıklarımı “Güzel ama yine olmadı.” diyerek yola devam etmeyi tercih ediyorum. Peki, keşif bunun neresinde? “Bu, bir ömür denemeye değer bir uğraş.”, “Bu yaparak yaşayabileceğim, beni heyecanlandıran, coşturan bir eylem.” dediğim o ilk an keşif sayılabilir pekâlâ. Sonrası, gayret, dua, dergiler, yine dergiler, kitaplar, ısrarla yazmak yazmak ve ısrarla dua: “Ya Rabbî ilmimi arttır, hayırla, bereketle coşkuyla yazmayı nasip et.” Âmin.

Yaşanan gelgitler ve başaramayacağım korkusu ne yazık ki pek çok kalemin durmasına yol açıyor. Kendi tecrübelerinizden hareketle bu sorunların üstesinden nasıl gelebilir bir yazar, bu sıkıntıları nasıl aşar?

İlk soruya cevabımdan da anlaşılacağı gibi tarif ettiğiniz bu korku benim için neredeyse sabit ruh durumunu işaret ediyor. Meşhur sözde denildiği gibi “Cesaret, korkmamak değil korkuna rağmen ilerleyebilmektir.” Çünkü yazma eylemiyle hele nesir yazımıyla ilgili söyleyebileceğim bir şey varsa o da şu: Bana göre yazı hayatında ilerleyebilmenin yolu dört şeyden geçiyor: Sabır, istikrar, yetenek ve coşku.

Üstesinden gelmekten ziyade birlikte yaşamayı öğrenmek diyelim. Ama bunun yolu nedir bilmiyorum. Her bir kişi kendi yolunu bulmak zorunda. Evet, hep olduğu gibi yine yalnızız. Her imtihanda, her savaşta, her yolculukta olduğu gibi yazı yolculuğunda, imtihanında, savaşında da!

Türk öyküsüne yeni bir soluk getirdiniz. Bu soluğun devamlılığından da konuşalım isterseniz. Aykut Ertuğrul heybesini nasıl dolu tutar? Kendini nasıl motive eder, nasıl çalışır?

Öyle bir iddiam olmadı hiç. Ben kendim zor soluk alıyorum, Türk öyküsünün “nefes(ler)iyle” uğraşmak benim neyime. Gerçekten, bir tevazu gösterisine girişmek niyetinde değilim ama benim derdim kendimle. Bir de hiç üzerime vazife değil, koca Türk öyküsü bensiz de idare eder, başının çaresine baksın bir zahmet. (Gülüyor) Kendi soluğumun devamlılığından söz edecek olursak son zamanlarda sık yükselip alçalan bir grafik izlese de benim için coşku esas.

Öykü yazmak duygusu beni heyecanlandırdığı için denedim, deniyorum; dergi çıkarmak, başka güzel öykülerin yazılmasına vesile olmak beni heyecanlandırdığı için dergi çıkardım, çıkarıyorum. Ki dergicilik benim kişisel olarak da yeni öyküler yazmama sebep olan bir uğraş. Yayımladığım her öykü, hazırladığım her dosya beni heyecanlandırdığı için oradalar. Bu yüzden dergiye destek verenlere hep müteşekkir olacağım. Bana iyilik ediyorlar.

Öte yandan bir şey yazmaya başlamak için tetikleyici başka şeylere ihtiyaç duyduğum zamanlar, etrafı topluyorum, masamı, dolabımı, bilgisayarımın masaüstünü… Her şeyi yerli yerine koymak fikri, bu duygu, beni nedense yazmaya götürüyor. Şiir ve felsefi metinler; Hikem-i Ataiyye, Mızraklı İlmihal, Dede Korkut Hikâyeleri gibi kültürümüzün kurucu metinleri, başka iyi öyküler de öykü yazma isteğimi tetikleyebiliyor. Bazen de iyi bir film, bir dizi, beni çok etkileyen müzikler. “Güzel” şeyler, insanda kendi eliyle, emeğiyle, yeni “güzel”ler ortaya çıkarmak için bir sıçrama isteğine sebep oluyor.

Aykut Ertuğrul’un “en” listesine de değinmek isteriz. Okuduğunuz sayısız kitap arasında “En …” diye tabir ettiğiniz kitaplar hangileri?

İnsan, belli bir yaşa kadar sürekli keşfetmek istiyor, bir yerden sonra ise keşifleri arasından önemli bulduklarını tekrar deneyimlemek. Olgunlaşmak bu mu acaba? Şimdilerde bu duyguları yaşıyorum. O en’ler arasında dolaşma isteğiyle doluyum. Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ı, Buzzati’nin Colombre’si, Hamsun’un Açlık’ı, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitabı, İsmet Özel’in Erbain’i, Calvino’nun Görünmez Kentler’i, Borges’in Alef’i, Karakoç’un Hızır’la Kırk Saat’i, Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi şu sıralar yeniden okuduklarım mesela. Liste uzar ve fakat bitmez. Bir yerde kesmek gerek.

Fantastik ögeleri alışılagelmedik bir biçimde kullanarak okurları bambaşka dünyalara götürüyorsunuz. Bu ögelerin altyapısını ve -varsa- alegorik değerini de öğrenmek isteriz.

Altyapısı benim. Ama şöyle, “Biraz da fantastik yazayım.”, “Şimdi şu hikâyemi fantastik öğelerle iyice bir süsleyim.” diye düşünmüyoruz; sevdiğimiz hikâyeler, okuduklarımız, dinlediklerimiz, seyrettiklerimiz bizi bir şeye dönüştürüyor. Ve bir gün kendi hikâyelerinizi anlatma şansını elde ettiğimizde sevdiğimiz, sevmediğimiz, sarıldığımız, kaçtığımız, yırttığımız, sakladığımız her bir hikâyeyle kendi muhayyilemizi oluşturduğumuzu fark ediyoruz.

Bu işi bunca büyüleyici, şahsi, gizemli ve heyecanlı yapan da tam bu. Benim etkilendiklerimden kimse benim gibi etkilenmedi, herkes Hızır Aleyhisselam hikâyeleriyle, Dede Korkut hikâyeleriyle, Dallas’la, Bizimkiler’le, Kemal Sunal’la, Matrix’le, Şener Şen’le, Yedi Numara’yla, Avatar’la, Yüzüklerin Efendisi’yle, Tatar Ramazan’la… büyüdü ama herkesin muhayyilesi fıtratına, başına gelenlere, sıralamaya göre biricik muhayyileler olarak inşa oldu. Yetenek tam da bunları ortaya çıkarabilmek, bazen ayrıştırabilmek, bir kıvam tutturabilmekte yatıyor.

Kendine anlatılan hikâyelerden, aktarılanlardan, gördüklerinden, hissettiklerinden anlatmaya değer olanı çıkarabilmektir yetenek. Bugün bir yerde okudum; Fransız yönetmen Jean Luc Godard, “Mesele şeyleri nereden aldığın değil onları nereye götürdüğün.” diyormuş. Tam da demek istediğime denk düşüyor.

Türk anlatı geleneğinin temel dinamiklerinden birini de Türk destanları ve masallar oluşturuyor. Buradan hareketle geleneksel mirasımızın toplumsal yazarlık genlerimizdeki etkisi nedir?

Beni daha çok şaşırtan etkisinin yok denecek kadar az olmasıydı. Modern Türk şiiri ve hikâyesinde Pegasus’a, Aşil’e atıf Hızır Aleyhisselam’a, Battal Gazi’ye, Burak’a, Ayızıt’a, Oğuz Kaan’a olduğundan daha fazladır. Bu garip değil mi? Elbette ilk saydıklarımı dünya mirası olarak görüp kullanabiliriz ama ikinci saydıklarım bizi biz yapan hikâyenin içinde büyük yer tutan figürler, anlatılar. Hikâye anlatırken de temelinde inşa olan her eylemde olduğu gibi bir zemine ihtiyaç duyarız. “O zemin neresi, ne?” sorusunu kendimize sormaya başlamakta geç kaldığımızı düşünüyorum. Tabii bunu son yüz yılın siyasi ve düşünsel anlamda tarihini okumadan anlamak mümkün değil. Bir yol ayrımında yapılmış kritik bir tercihle (Batılılaşma) başladı her şey. Ama yol yolculuk ve hikâye devam ediyor. Yolcu için esas olan yoldur, şikâyet edecek, duracak vakit değil.

Aykut Ertuğrul’a göre sanat kimin içindir? Sorumlulukları olan bir yazar kalemi eline aldığında ne için yazar; daha kısası, insan ne yazar?

Ne yazarsa yazsın kendini yazar. Kendinden yazar. Kendi için yazar. Ne kadar “ol”duğu ayrı bir bahis ama bana göre sanat, sanatçının kendini inşa ettiği, kendini bulduğu, kendine doğru yolculuğa çıktığı, paradoksal bir şekilde kendinden uzaklaşabildikçe başardığı, öteye doğru attığı her adımda kendine biraz daha yaklaştığı eylemin adıdır. Muhatap da umulur ki bu esintiyle (eserle) kendi yolculuğuna çıksın. Başka doğru cevaplar da vardır mutlaka hem kendim hem kamu için cevaplar değişebilir, şimdilik böyle.

Postmodernizme de değinmek isteriz. Postmodern edebiyatı sınırsızmışçasına görmek bir kusur mudur? Ya da size göre postmodernizmin bir sınırı var mıdır?

Uzun hikâye. Çok da ahkâm kesmek istemediğim bir konu. Doğru anladıysam sorunuza geleneksel düşünce, modern düşünce ve postmodern düşünce arasındaki, hakikat bağlamındaki temel farkları söyleyerek cevap verilebilir. Ehli daha iyi bilir mutlaka ama anlayabildiğim kadarıyla, geleneksel/klasik dünya, “Tanrımerkezli” bir dünya idi. İnsanlar, yeryüzünde yaşarken, ibadet ederken, ticaret ederken, seyahat ederken, sanat icra ederken yani her aşamada bu dünyanın “öte”sinin de olduğu fikriyle hareket ediyorlardı. “Tanrı fikri”, hayatın merkezindeydi. Zamana, hayata ve dünyaya bu pencereden bakıyordu doğusuyla batısıyla bütün insanlık.

Aydınlanma’yla birlikte dünya, insanların efendisi oldukları, başka bir efendiye izin vermedikleri, bilimle teknikle her köşesini ölçüp biçtikleri, fethettikleri, duyuların dünyasına dönüştü. Bu dünyada hâkim düşünce insanın merkezinde olduğu bir düşünceydi artık. Hakikat Tanrı’da ya da insanüstü bir varlıkta değil burada, dünyadaydı. Bu düşünceye göre mantıkla, duyularımızla görebildiğimiz şeydi hakikat. Ve zaman, dünya ve hayat bu merkeze göre sil baştan yeniden kurgulandı adım adım. Fakat dünya savaşları ile bu düşünce tabiri caizse iflas etti. İnsanlığa cenneti vadeden bilim ve teknik, onu kendi kıyametine taşımıştı.

Postmodern düşünce, modernizmin “Tanrısız” büyük anlatısına itirazla doğmuştur. Ne o ne bu der postmodern insan. Bir hakikat bile yoktur aslında. “Hakikat her bir kişinin bakış açısına göre değişir, sınırlanamaz, ölçülemez, formüle edilemez.” der. Elbette her düşünce gibi postmodern düşünce de dünyaya bu yeni merkezden, merkezsizlik diyebileceğimiz merkezden bakmayı teklif eder. Anahtar kelimeleri; çoğulculuk, otantiklik, yerellik gibi kavramlardır.

Modernizm’e karşı olmasından dolayı postmodernizm, cazip bir dünya teklif ediyor gibi görünse de bir Müslüman için kabul edilir değildir. Çünkü son tahlilde bizler verili bir hakikatin olduğunu ve bu hakikatin Allah’tan, Allah’a ait olduğuna inanıyoruz. İnandığımız için Müslümanız. Müslüman olduğumuz için postmodern olamayız. Postmodern bir dünyada yaşasak bile Müslüman kalarak yaşamanın yollarını bulmakla mükellefiz. Tökezleyerek, dilim döndüğünce ana hatlarıyla söylemeye çalıştım, başarabilmişimdir umarım.

2018 Necip Fazıl Ödülü’ne layık görüldünüz. Bunun sizdeki izdüşümlerini de öğrenmek isteriz. Ödül almak bir yazara ne katar?

Hep söyledim, yine tekrar edeyim; elbette ödül almak saygın bir jüri tarafından “iyi” bulunmak gururunu okşuyor insanın. Beğenilmek için yazmasak bile son tahlilde beğenilmek isteriz. Herkes beğenilmek ister. Necip Fazıl ödülü daha beşinci yılında olmasına rağmen bugün prestijli bir ödül olmayı başardı. Dolayısıyla gönendim, yeni öyküler, belki romanlar yazmak için cesaretlendirici oldu diyebilirim.

Editör: Mehmet Çalışkan