Bu fark ediş daha sonra onun bütün adımlarının, duygu ve düşüncelerinin kıvamını belirleyecektir. İnsan, doğduğu sosyal ve düşünsel çevreden bazı alışkanlıklar yüklense, bazı cevaplar istinsah etse de kalbiyle bütün cevapların ötesinde arayışlara, sorgulamalara devam edecektir.

Tatmin edici cevapları kendisi bulmadığı, iç dünyasının harcıyla karmadığı müddetçe de dış dünyanın ona ikram ettiği kalıpların ve tutumların mahfazası içinde uzun süre kalamayacaktır. Sosyal çevrenin istinat duvarı, kimliğin oluşmasında oldukça önemlidir lakin şahsiyetin inşa süreci daha ziyade içeriden örülen tuğlalarla nihayete erer. İnsanın iç dünyası, onun özgürlük alanıdır. Hürriyetin ve iradenin gerçek yüzüyle ilk orada karşılaşılır. Özgürce düşünmenin, dilediği şeye dilediği biçimde inanmanın ve kimseden korkmadan, çekinmeden konuşmanın mümkün olduğu bu evren, dış dünyaya kapalı, korunaklı özel bir yurttur. Dış dünyada maruz kalınan bütün saldırılar, alınan yaralar burada teskin edilir, iyileştirilir. İnsanoğlunu yeryüzündeki diğer bütün canlılardan ayıran özellik, bu korunaklı ve özgür iç dünyaya sahip olması değil, bu iç dünyanın belirgin bir biçimde farkında olmasıdır.

İrade ile ruhun özgürlüğü arasındaki derin ilişkiye dair Nurettin Topçu, “İstemek, yani irade, insan denilen öznel varlığın cevheridir. Biz, insan ruhunun özel yapısını fikirler dünyasında, mücerret aklın kâinatında aramayacağız. Ruha yaklaşmak için bu mıntıkadan daha derinlere inmek lazım. Kâinattan ayrılan ve asıl bizim olan ruh, kendisinde tam manasıyla öznellik taşıyan varlık, duygu ile iradenin dünyasında kendini gösterir. Duygularımız, tabiatla cemiyetten bize gelen tesirlerdir. İrade ise, bizim dış dünyaya karşı koyduğumuz içsel kuvvettir.” ifadelerini kullanır. (İradenin Davası-Devlet ve Demokrasi, Dergâh Yay. s, 14.) Hakikatin en parlak nurunu temsil eden İslamiyet bu yüzden her şeyden önce insanın kalbine taliptir. Söz ve eylemler, ancak orada, yani kalpte yer bulacak, inanç çekirdeği sayesinde bereketlenecek, filizlenecek, dallanıp budaklanacaktır. Kalbin hür toprağında mayalanmayan bir inancın, düşüncenin ve ahlakın, bedenin tutum ve davranışlarında sağlıklı bir şekilde tecelli etmesini beklemek mümkün değildir. Bu yüzden Hz. Peygamber, Cenab-ı Allah’ın bedenlerimize ve yüzlerimize değil, kalplerimize bakacağını, orayı esas alacağını buyurmuşlardır. (Müslim, Birr, 33.) İslam, imanın kalpte olduğunu söylerken aslında onun ancak özgür iradenin toprağında filizlenebileceğinin, daha sonra iş, amel ve eyleme dönüşeceğinin altını çizmiştir. Her kalbin kendine has bir ritmi vardır. Sözler, öğütler, iletiler o ritimle bir muvazene, bir ahenk yakalayabildiği ölçüde sahicilik kazanacak, ete kemiğe bürünüp dış dünyaya yansıyabilecektir. İnsan seçebildiği, iradesini kullanabildiği ölçüde erdemlerini kâmilen ortaya koyabilecek ve yüksek İslam ahlakı onun şahsiyetinde tezahür edecektir. Baskı ve denetime tabi bir ahlak, sınanmamışlığı yüzünden hiçbir zaman gerçek anlamda kendisiyle yüzleşmemiş, dinin istediği, her durumda ayakta kalabilecek seciyeye ulaşamamış olacaktır.

İnsan özgürlüğe mahkûmdur. Aliya İzzetbegoviç bu mahkûmiyetin insanı en yüksek varoluş şekline eriştirdiğini söyler: “İnsan cennetten çıkarıldığından beri kendisine verilen hürriyetten kurtulamıyor, iyilik ve kötülük dramının içinden dışarı çıkamıyor, hayvan veya melek gibi masum olamıyor. Kendi hürriyetini seçmeye ve kullanmaya, iyi veya kötü olmaya, tek bir kelimeyle insan olmaya mecburdur. Bu seçme kabiliyeti, neticesi ne olursa olsun, kâinatta mümkün olan varoluşun en yüksek şeklidir.” (Doğu Batı Arasında İslâm, s.77.)

Bizler yaşamımızın her anında seçimlerde bulunuruz. Aslında insan geriye dönüp baktığı zaman hayatının bir seçimler manzumesi olduğunu apaçık görür. Tercihleri, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde çocukluğundan itibaren onun yaşamını ve doğal olarak da yolculuğunu belirlemiştir. İradesi elinden alınan insanın üzerinden dini mükellefiyetlerin bile belli oranda kalktığını hatırlayacak olursak, esaret veya zorbalığın gölgesinde ortaya çıkan inancın ve ibadetlerin de hastalık taşıyacağını anlamış oluruz. Bu yüzden hiçbir inanç ve ahlak sistemi kendisini özgürce benimsemeyen müntesipler istemez. Özgürlüğün olmadığı yerde münafıklık sinsice, alttan alta yayılır, fert ve cemiyet planında diğer bütün müspet birikimleri çürütür. Toplumlar gerçek erdem eşiklerini bilmedikleri durumlarda da ilk yabancı rüzgâr karşısında sendelerler.

Allah insanı iyiyi ve kötüyü seçme iradesiyle yaratmış (Şems, 91/8.); iyiliğin kendi lehine, kötülüğün kendi aleyhine olduğunu bildirmiş (Fussilet, 41/46.); ibadetlerin şartı olarak hürriyeti temel ilke olarak ortaya koymuştur. İslam ahlakı, bu özgür iradenin emniyet dairesi içinde en yüksek mevkiine erişebilir. Yine Aliya İzzetbegoviç meseleyi, felsefi, ilkesel bir zemine oturtarak “Ahlakilik özgürlükten ayrılamaz. Ancak hür fiil ahlaki fiildir.” ifadelerini kullanır. (Özgürlüğe Kaçışım, s.78.) Böylece meseleyi. Bireyin hayatında yakından uzağa doğru çevresiyle girdiği bütün ilişkilerin merkezinde yer tutan ahlak, onu ve etkileşim içinde olduğu insanları da etkileyecek, yeryüzünün daha güzel, daha güvenli bir yer olmasına katkıda bulunacaktır. Hayatla alışveriş içinde olmayan, kelam sathında kalan ahlak ise toplumsal ikiyüzlülüğün kolayca semirebileceği bir bataklığa yol açacaktır. Oysa İslam insandan, yeryüzünün görüp görebileceği en yüksek ahlaki tutumu talep etmektedir: “Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine de olsa adaletten asla ayrılmayan, Allah için şahitlik eden kimseler olun.” (Nisa, 4/135.)

Kendisinin veya ailesinin aleyhine bile olsa insandan istenen bu adalet, onun özgür iradesiyle vereceği kararlara, yapacağı tercihlere bağlıdır. İnsanları tehdit ederek, onların üzerinde baskı kurarak böylesi yüksek bir ahlaki tutum ortaya koymaları beklenemez.  Bu ve benzeri ayetlerde Cenab-ı Hak insanın kalbine, vicdanına seslenmektedir. Herkesten saklı tutabileceği bir şahitliği, göreceği muhtemel bütün zararları göz ardı ederek ortaya koyması, insanı bir yandan eşrefi mahlûkat seviyesine çıkaracak bir yandan da seküler sistemlerin hayal bile edemeyeceği bir toplumsal huzura zemin teşkil edecektir. Bu ahlak, bireyi ve toplumu aşkın ve sonsuz olana raptetmekle kalmayacak, onun bütün fiillerini yeryüzünün felahına vesile kılacaktır. Burada ortaya konulan irade, insanlık erdemlerinin trajediden beslendiğini de gösterir. Hakikatin lehine, nefsinin aleyhinde şahitlikte bulunacak olan insan, gücünü sadece iç dünyasından, kendi hür iradesinden alabilir. Bu karar verme anı trajedi barındırmaktadır. İmtihan tam anlamıyla bu ve benzeri eşiklerde ortaya çıkar. Nurettin Topçu, “İrade, hızını, hamlelerini, acılarla ızdıraptan alır.” diyerek, irade hürriyetiyle ruhsal ıstırap arasında birbirini besleyen, birbirine güç veren bir ilişki olduğunun altını çizer.

Ahlak bir bütündür ve hayatın içinde sürekli sınanma hâlindedir. Bütündür, çünkü birbiriyle sımsıkı irtibat hâlinde ilmeklerden, örüntülerden oluşur. Bu örgü, evrensel insani değerler de diyebileceğimiz İslami ahlaktan beslenir. Hayatın belli bir anına, insanların belli bir kısmına yönelik değil bütüne karşı, süreklilik arz eden bir seciye olarak ortaya konulması gerekmektedir. Sözgelimi bir insan iş ahlakı konusunda zaafa sahipken çevre ahlakı veya fikir ahlakı alanlarında olgunluk sergileyemez. Çünkü ahlak, birbirine omuz vermiş tuğlalardan oluşur. Tek bir tuğlanın aradan çekilmesi, bütün duvarı zayıf, eksik, çürük hâle getirecektir. Modern dünya her olguya karşı giriştiği ameliyatı ahlaka karşı da maalesef başarıyla gerçekleştirdi. Onu şubelere ayırarak yaşamın içinde kişinin tercihlerine bağlı olarak bazen kullanılan bazen kullanılmayan legolara dönüştürdü. Önce onun Yaradan’la olan irtibatını kopararak bireyselliğin göreceli hücresine hapsetti. Böylece birey her adımında kendisine şu soruyu sormak durumunda kaldı: Kime karşı ve neye karşı ahlak? Kendi içinde ileri düzeyde bir adalet tesis ettiğini iddia eden Batı’nın, “öteki”yle ilişkisinde sergilediği ikircikli ve çarpık tutum, ahlakın aşkın olanla irtibatının koparılmasından kaynaklandığı kadar birbirinden bağımsız şubelere bölünmesinden de beslenir. Ünlü Rus romancı Dostoyevski’nin “Tanrı yoksa her şey mubahtır.” şeklinde ortaya koyduğu trajik sav, kaynağını Yaradan’dan almayan bir ahlakın imkânsızlığına, başarısızlığına işaret eder. İnancın olmadığı yerde ahlak insan eliyle sonu gelmez bir restorasyona tabi tutulacak; zamanın, coğrafyanın ve önyargıların gölgesi altında sürekli müdahaleye uğrayacaktır. Ahlak nasıl ki özgürlüğün ve hür iradenin toprağında yeşerebilirse, benzer şekilde Allah’la (c.c.) olan ilişkisi sayesinde daima üstün, daima evrensel, daima bütüncül kalabilecektir.

Editör: Mehmet Çalışkan